Hareketsiz yaşam biçiminin insan gen yapısına uyumlu olmadığı bilimsel çalışmalarla kanıtlanmıştır. Teknolojik gelişmeler nedeniyle ortaya çıkan daha az hareketli yaşam şeklinin çok sayıda kronik hastalığın oluşumunda önemli bir etken olduğu bilinmektedir.
Kilo, diyet ve egzersiz insan sağlığını ve kanser riskini doğrudan etkiler. Rahim, akciğer ve prostat kanseri riskinin de egzersiz ile azaldığına dair çalışmalar bulunuyor. Son yapılan araştırmalar ve Amerikan Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi (CDC), kanser riskini azaltmak için haftanın 3 veya 5 günü orta-ağır seviyede en az 30 dakika egzersiz öneriyor. Buna göre düzenli egzersiz yapmak başta meme kanseri olmak üzere pek çok kanser türünün gelişmesini önlüyor.
Son yapılan çalışmaların çoğu egzersiz yapan kadınlarda meme kanseri gelişme riskinin yapmayanlara göre daha düşük olduğunu gösteriyor. Verilerin çoğu egzersizin meme kanseri riskini hem menopoz öncesi hem de menopoz sonrası kadınlarda azalttığını gösteriyor. Ergenlik boyunca orta ve ağır egzersiz yapılması özellikle koruyucu bir etki sağlıyor. Her ne kadar hayat boyu düzenli ve güçlü egzersizin en fazla yararı olduğu düşünülmekteyse de, menopozdan sonra dahi egzersizi arttıran kadınlarda egzersiz yapmayan kadınlara göre risk azalması oluyor.
Bir kısım çalışmaya göre egzersizin etkisi VKİ (Vücut kitle indeksi) ne göre değişmektedir. VKİ 25 altında olanlarda, yani ağırlığı normal aralıkta olanlarda, egzersizin faydası en yüksek düzeyde. Veriler egzersiz süresi ve sıklığı arttıkça meme kanseri riskinin de azaldığını gösteriyor. Çalışmaların çoğu 30-60 dakika/gün orta-ağır fiziksel aktivitenin meme kanseri riskini azalttığını gösteriyor.
Egzersiz özellikle menopoz öncesi kadınlarda, hormon seviyesini düşürerek tümör gelişimini önlüyor. Egzersiz kanda insülin ve insülin benzeri büyüme faktörü (IGF-1) seviyelerini düşürmekte, bağışıklık cevabını arttırmakta ve ideal kiloyu koruyarak fazla vücut yağı ve yüksek vücut kitlesini önlemektedir.
Araştırmalar gösteriyor ki meme kanseri teşhisinden sonra da egzersiz hayat kalitesini arttırmakta, yorgunluğu azaltmada ve enerji dengesini kurmada faydalı olabiliyor. Genellikle meme kanseri teşhisinden sonra hem tedavi hem de hareket azalması kilo artışına neden oluyor. Ancak meme kanseri teşhisinden sonra orta düzeyde egzersiz yapan bir kadındaki sağ kalım, hareketsiz yaşam süren aynı durumdaki kadından daha uzun olabiliyor. Bu fayda hormon duyarlı hastada daha da belirgin.
Haftada 4-5 saat düzenli olarak yapılan egzersiz, meme kanseri gelişmiş olan hastalarda bile, uygulanan radyasyon ve ilaç tedavilerinin yan etkilerini hafifletmekte, psikolojik olarak iyilik halini arttırmakta ve hastalığın tekrarlama riskini azaltmaktadır.
Vücuttaki yağ hücrelerinin salgıladığı östrojen hormonu meme kanseri oluşumu için en önemli risk faktörüdür. Düzenli spor yapan kişilerde yağ oranının daha düşük olması östrojen seviyesini düşüreceğinden meme kanseri oluşumunu engelleyici rol oynamaktadır.
Ayrıca kandaki insülin benzeri büyüme faktörleri (IGF), meme hücrelerinin bölünmesini uyararak meme kanseri riskini arttırmaktadır. Düzenli spor yapmak kandaki insülin ve IGF artışını engelleyerek meme kanseri gelişme riskini azaltmaktadır.
İş ve aile hayatının yoğunluğu nedeniyle egzersiz yapmaya zaman ayırmak, hem de bunu düzenli ve sürekli olarak yapmak olanaksız gibi gelebilir. Ancak bir takım düzenlemelerle günlük egzersiz süreleri arttırılabilir. Yürüyüş yapmak iyi bir seçimdir. İşe gitmeden önce veya öğlen tatillerinde yarım saat yürünebilir. Araba kullanıyorsanız işinize ve evinize uzak yerlere park etmek günlük yürüyüş sürenizi uzatacaktır. İşten sonra bir arkadaşınızla yürüyüş yapmak da hem egzersiz oranınızı arttıracak, hem de günün stresini atmanıza yardımcı olacaktır.
Farklı egzersiz çeşitleri için spor salonlarından yararlanabileceğiniz gibi evde egzersiz videoları ile çalışabilir ya da müzik eşliğinde dans edebilirsiniz. Sizi sıkmayan ve günlük hayat düzeninize en uygun egzersiz yöntemini seçerseniz, bunu düzenli olarak sürdürmeniz daha kolay olur.
Sonuç olarak, kanser hastalığının önlenmesinde ve tedavisinde egzersizin önemli bir rolü olduğu açıkça görülmektedir. Yaşam boyunca fiziksel olarak aktif olmak özellikle kolon-rektum ve meme kanseri olmak üzere birçok kanser riskini azaltmaktadır. Bu nedenle, düzenli spor, özellikle meme kanseri açısından yüksek riske sahip kadınlar tarafından mutlaka uygulanmalıdır.
Kolesterolün yan ürünü olan bir maddenin meme kanserinin oluşması ve yayılmasını tetikleyebileceği bildirildi. Bu bulgular, statin adlı kolesterol düşürücü ilaçları alma yoluyla kanserin önlenmesi umudunu doğurdu. Science dergisinde yayımlanan çalışma, (http://www.sciencemag.org/content/342/6162/1094) kanserde obezitenin neden önemli bir faktör olduğu konusuna da açıklama getiriyor. Statinler ve meme kanseri arasındaki ilişkiyle ilgili daha önce de benzer çalışmalar yapılmıştı. Teksas Üniversitesi MD Anderson Kanser Merkezi tarafından yapılan ve San Antonio Meme Kanseri Sempozyumu’nda sunulan bir retrospektif çalışmada da benzer bulgulara işaret edilmişti. Medikal Akademi 6 ay önce bu sunumda yer alan çalışma sonuçlarıyla ilgili “Statinler, inflamatuar meme kanserinde sağkalımı iyileştiriyor” başlığı altında bir haber yayımlamıştı.
Haberde kolesterolü düşürmek için yaygın olarak kullanılan statinlerin, inflamatuar meme kanseri (IBC) olan hastalarda progresyonsuz sağkalımı iyileştirdiği yapılan sunumdaki bilgiler ışığında ele alınmıştı. Okurlarımıza bu habere göz atmalarını ayrıca tavsiye ediyoruz. Bugün (29 Kasım) Science dergisinde yayımlanan çalışmayı haber olarak yayımlayan BBC ise yeni çalışmayı yapan uzmanların görüşlerine yer veriyor.
“Kolesterolün yan ürünü olan bir maddenin meme kanserinin oluşması ve yayılmasını tetikleyebileceği bildirildi. Bu bulgular, statin adlı kolesterol düşürücü ilaçları alma yoluyla kanserin önlenmesi umudunu doğurdu. Fakat kanserle ilgili yardım kuruluşları, kadınlara statin almaları yönünde tavsiyede bulunmak için erken olduğu uyarısında bulundu. Obezitenin meme, kalın bağırsak ve rahim kanseri ile ilişkisi bir süredir biliniyor.
Aşırı kilolu insanlardaki yağ, östrojen gibi hormonların salgılanmasına neden olarak kansere yol açabiliyor. ABD’de Duke Üniversitesi Tıp Merkezi’nde araştırmayı yürüten ekip, kolesterolün de aynı etkide bulunduğunu ortaya koydu. İnsan vücudu kolesterolü 27HC adlı bir yan ürüne dönüştürüyor ve östrojen taklidi bu madde bazı dokularda bu hormonun yarattığı etkiyi gösteriyor. Fareler üzerinde yapılan deneyler, fazla yağ içeren bir diyetin kandaki 27HC oranını arttırdığını ve normal diyet uygulanan farelere oranla tümörlerin %30 daha büyüdüğünü ve yayılma ihtimalinin arttığını gösterdi. Meme kanseri dokusunun da laboratuvarda 27HC ile beslendiğinde daha çabuk büyüdüğü görüldü.
Araştırmacılardan Prof. Dr. Donald McDonnell, daha önceki birçok araştırmada obezite ile meme kanseri arasındaki bağlantının ortaya konduğunu ve fazla kolesterolün meme kanseri riskini arttırdığının görüldüğünü, ama buna yol açan herhangi bir özel mekanizmanın tespit edilememiş olduğunu söyledi. Prof. Dr. McDonnell, “Şimdi bulduğumuz ve kolesterolün kendisi değil de bir yan ürünü olan 27HC adlı molekül östrojen hormonunu taklit ediyor ve kendi başına meme kanserini tetikleyebiliyor.” dedi.
Araştırmacılar, bu bulguların, kolesterolü düşürme yoluyla meme kanseri riskinin de düşürülmesi umutlarını güçlendirdiğini ifade ediyor. Statin, kalp hastalıklarına karşı milyonlarca kişi tarafından kullanılan bir madde. Fakat araştırmalar, bu maddenin aynı zamanda meme kanseri riskini azalttığını da göstermişti. Kandaki kolesterol seviyesini düşürmenin başka bir yolu da sağlıklı beslenmekten geçiyor. İngiltere Kanser Araştırmaları Vakfı’ndan Dr Emma Smith, “Bu araştırma, farelerde kolesterol ile meme kanseri arasındaki doğrudan bağlantıyı ilk kez gösteriyor, fakat bu bilginin gelecekte meme kanseriyle mücadelede nasıl işe yarayacağı konusunda konuşmak için çok erken. Statinin kanser riski üzerindeki etkisiyle ilgili daha fazla bilgi edinene kadar, bu riski azaltmanın en iyi yolunun, iyi bir kiloda kalmak, alkol tüketimini azaltmak ve spor yapmaktan geçiyor” dedi.
En önemli farklılıklarından birisi de İntegratif tedavilerin ki bunun başında yüksek doz vitamin C gelmektedir, moleküler etki mekanizmalarının ortaya konularak sizin tümör biyolojinize göre en modern tedavilerle birlikte uygulamaları kişiselleştirilmiş kanser tedavi merkezimizde uygulanmaktadır.
Yani hem en ileri moleküler incelemelerle kişiselleştirilmiş tedaviniz moleküler tümör kurullarında dizayn edilirken, kadim molekül ve yöntemlerinde kişiselleştirilmiş uygulamalarını ve tedavilerini alabilirsiniz. Kanserin biyolojisinin ve moleküler yolaklarının aydınlatılmasıyla kişiselleştirilmiş diyet önerilerini alabilirsiniz.
Kanserinizin tüm analizlerini yaptıktan sonra sizin hayatınıza dokunabilecek tüm imkanları değerlendirerek sizinle tartışarak size emek vererek tedavinizi dizayn ediyoruz.
Organ bazlı olarak herkese aynı kemoterapinin verilmediği genomik bazda moleküler analizlerin yapılarak tedavi kararlarının alındığı medicana kişiselleştirilmiş kanser tedavi merkezinden 2. görüş alabilirsiniz. Moleküler ve/veya kapsamlı genomik profilleme testleriniz için ikinci görüş alabilirsiniz.
Vitamin C, Türkiye’de son zamanlarda çok konuşulan, kanser hastaları tarafından çok konuşulan, çok merak edilen, gündem yaratan bir konu… C Vitamini deyince hepimizin aklına hemen suda eriyen Vitamin C’nin efervesan olarak kullanımı gelir. Ama bu bölümde damardan alınan Vitamin C’yi inceleyip, irdeleyeceğiz.
Tıp Dünyası’nın yakından bildiği ve referans aldığı PubMed, bilimsel makalelerin yer aldığı bir plarform. Doktorlar, yapmak istedikleri bir araştırma için okumaları gereken makaleler olduğunda öncelikle PubMED’den tarıyorlar. Daha sonra da onun ilgili dergilerine ulaşıp, o makalenin tamamına erişim sağlayabiliyorlar. Bu kılavuz niteliği taşıyan bilimsel arenada damardan Vitamin C uygulaması ile ilgili pek çok makaleye ulaşmak mümkün.
Uzun süre denizde kalan denizcilerde, özellikle bağ dokusunun gevşediği ve damar yapılarının bozulduğu; kanamaların eşlik ettiği bir hastalık ortaya çıkmaktaydı. Ve bunun adına Skorbüt denmişti.
Kraliyet Donanması gemisinin cerrahı Dr. James Lind, Mayıs 1747’ de denizde iken, bir grup denizciye normal besinlerle birlikte birlikte elma sirkesi, sirke, sülfürik asit ya da deniz suyu tüketimine devam ederken diğer grup mürettebat üyelerine de diğerlerinden farklı olarak, günde 2 portakal ve bir limon temin eder. Bilim tarihinde bu, iki popülasyondan bir gruba tek bir faktör uygulanarak diğer tüm faktörlerin aynı kalması sağlanarak sonuçların kıyaslandığı ilk kontrollü deney olarak kabul edilmektedir. Sonuçlar kesin olarak narenciye meyvelerin hastalığı önlediğini göstermiştir. Dr. Lind bu çalışmasını 1753 yılında Skorbüt üzerine tezinde yayımlamıştır.
Daha sonraki yıllarda Avusturyalı Bilim İnsanı Dr. Albert Szent-Györgyi buluşu ile Vitamin C tanınmaya başlandı. Vitamin C’nin kanserle ilişkisi hep sorgulandı. Ama bu soruyu en ciddi soran kişi, iki kez tek başına Nobel ödülü almış bir bilim insanı olan Linus Pauling’di. Vitamin C’nin, bağ dokusu yapısını güçlendirdiği biliniyordu. Kanserin etrafındaki duvarları kalınlaştıracağı ve kanserin yayılmasını engelleyeceği fikri de bu yüzden hep vardı. Ve bu sebeple Vitamin C’nin kanserin tedavisinde ve önlenmesinde etkili olacağı düşünülüyordu.
Linus Pauling ve İskoç Cerrah Cameron tarafından 1976 ve 1978 yıllarında yayınladıkları bilimsel araştırmalarında (Proc Natl Acad Sci U S A. 1978 Sep;75(9):4538-42.) Yüksek doz vitamin C’ tedavisinin damardan uygulandığı 100 ileri evre kanser hastasının benzer özelliklerdeki hastalara oranla 300 gün daha uzun yaşadığını saptamışlardı. Bu çalışmada barsak, mide, böbrek, meme, akciğer, yumurtalık kanserleri de olmak üzere ileri evre tedavi edilemeyecek kanserli hastalar dahil edilmişti.
Tüm kanser tiplerinde damardan yüksek doz vitamin C tedavisinin hastalara yarar sağladığı göstermişlerdi. O dönemde bu çok önemliydi. Çünkü kansere karşı, henüz birçok kemoterapi ilacının olmadığı bir ortamda, Vitamin C ile avantaj sağlayabiliyordunuz.
Bu çalışmadaki temel nokta Vitamin C’nin damardan yüksek doz olarak uygulanmasıydı.
Bu çalışmanın eleştirilen yanı ise, bir çok bilimsel çalışmada olduğu gibi aynı anda 2 kollu yapılmayışıdır. Yani bir grup hastaya vitamin C uygulanıp diğer bir gruba uygulanmadan karşılaştırma yapılmamış; eski verilerle kıyas yapılmıştır. Pauling ve Cameron ise, tedavi edilemeyecek durumdaki hastalara tek bir gruba damardan vitamin C verip benzer özellikteki eski verilerle kıyaslamışlardır.
1980’lere geldiğimizde Mayo Clinic’ten Moertel ve Creagan isimli iki bilim insanı, iki tane çalışma yaptılar. Vitamin C’nin bağırsak kanseri tedavisindeki rolünü incelediler. Ancak Pauling’in yöntemiyle aralarında iki önemli fark vardı. Linus Pauling damardan yüksek doz C vitamini uygularken, Mayo Clinic araştırmacıları sadece ağızdan ve kısa süreli olarak C vitamini uyguladılar. Çalışma tasarımları ise Pauling ve Camerondan farklı olarak iki kollu idi.
Bu yaklaşımları ile Pauling ve Cameronun eleştirildiği konudan farklılaşmakta ve çalışmalarının daha değerli bilgiler içerdiği iddia edilmekteydi. Bu nedenle yaptıkları çalışmalar, makale olarak çok bilinen bilimsel dergilerde yer aldı (NEJM; New England Journal Of Medicine).
Bilim dünyası bir tarafa Linus Pauling’in çalışmasını koydu:
· Tek taraflı bir çalışma
· Kıyaslandığı bir grup yok
· Kıyaslama geçmiş deneyimlere dayalı
Diğer taraftada Mayo Clinic’ten Moertel ve Creagan vardı:
· Randomize edilmiş
· Kıyaslama iki grup arasında
· Güncel yapılan kıyaslama
· Doktor kime, ne ilacı verdiğini bilmiyor
Bilimsel olarak kabul gören ikinci çalışma ile Vitamin C’nin hiçbir işe yaramadığı sonucu ortaya çıkmıştı. O dönemde bilim dünyası Linus Pauling’i dışladı.
Bu iki çalışmanın birbiriyle olan çelişkisi sonucunda Vitamin C’nin tedavi fonksiyonlarının keşfedilmesinin önü tıkandı. Bu gerçekten bilim dünyası için en önemli zaman kayıplarından bir tanesi oldu. Çünkü geriye dönüp, daha önce de Moertel ve Creagan’ın, yani Mayo Clinic’in bu çalışmayı nasıl yaptığını değerlendirdiğimizde çok ilginç bir şey ile karşılaştık…
Bu iki çalışma arasındaki en önemli fark Pauling ve Cameron tedavilerini Damardan 10 gr şeklinde ve uzun süreli uygulamışken, Moertel ve Creagan tedavilerini sadece ağız yoluyla ve kısa süreli (2.5 ay) olarak uygulamışlardır. Bu noktada da bilim dünyasının en önemli tartışmalarından biri başlamış oldu.
Moertel ve Creagan’ın yaptığı çalışmanın hemen akabinde Moertel, başka bir ilacın kolon kanserinde çok başarılı sonuçlar verdiğini yayınladı ve o ‘Levamizol’ isimli ilaç, bağırsak kanseri tedavisinin standardına girdi.
Bu gelişme pek çok soruyu akla getirdi:
· Levamizol denen ilacın patentli ve bir firma tarafından üretiliyor olması sebebiyle acaba patent gerektirmeyen ve çok para kazanılamayacak Vitamin C bu ilaca kurban mı edildi?
· Moertel ve Creagan bu çalışmayı dizayn ederlerken oral uygulamayı niye özellikle tercih ettiler?
· Kısa süreli uygulama yapmalarının sebebi neydi?
· Vitamin C’nin bu tasarım şekli ile uygulandığında işe yaramayacağı bilerek mi yola çıktılar?
· Pauling gibi bir örnek bir bilim adamı varken, onun araştırmalarını özellikle mi göz ardı ettiler?
· Gerçekten değerlendirme ve inceleme yapmadan amatörce mi bu çalışmaları yapmışlardı ?
1989’a geldiğimizde Vitamin C tartışması, özellikle Vitamin C’nin bilimselliğine inanan bir grup tarafından devam ettiriliyor ve sıcak tutuluyordu. Hiç beklenmeyen, sürpriz bir gelişme oldu. Moertel ve Creagan’ın çalışmalarını gerçekleştirerek, Vitamin C’yi saf dışı bıraktıklarını düşündükleri yer olan Mayo Clinic’in biyoloji ve moleküler biyoloji öğrencileri, mezuniyet törenlerine Linus Pauling’i davet ettiler. Ve Mayo Clinic’teki mezuniyet töreninde konuşmayı Linus Pauling yaptı. Öğrenciler hem Pauling’i onore ettiler, hem de Vitamin C’yi yüceltmiş oldular.
Bu davetin hemen sonrasında Linus Pauling ve çalışma arkadaşı Hermann istatistiksel metot olan Hardin Jones kriterleri ile çalışmaları incelemeye karar verdiler. Bu metot sayesinde, yapılmış ilaç analizlerinin etkinlik çalışmalarının değerlendirip bu çalışmanın ne kadar doğru veri verdiğini, kıymetli ve güvenilir olduğunun analizini yaptılar. 3 tane kriter belirlediler. Ve bu 3 kriterin 3’ünü de tutan çalışmalar kıymetli çalışmalar olarak değerlendiriliyordu. Bu metotla 200’ün üzerinde çalışmayı analiz ettiler. Ve neredeyse bunların tamamı, bu 3 kriteri de sağlıyordu. Bir çalışma hariç… Merak ettiniz değil mi?
Evet tahmininiz doğru… MOERTEL’in Vitamin C çalışmaları hatalı olarak dizayn edilmişti ve sonuçları yok sayılmalıydı. Pauling bu bilimsel çalışmalarını da NEJM dergisine gönderdi ama gösterecek bir gerekçe olmaksızın yayınlamamayı tercih ettiler. Ancak bu yayınlarını Amerikan bilimler akademi dergisinde yayınladılar (L Pauling and Z S Herman PNAS September 1, 1989. 86 (18) 6835-6837).
Pauling vitamin C nin plasebodan farklı olmadığı bu yayınlarla söylenemez dedi. Ve buna cevap verilemedi. Çünkü Moertel kurt ilacı olan Levamisole FDA onayı almakla meşguldü, amacına ulaşmıştı.
Pauling, bu konularla ilgili olarak kitabında şöyle yazmıştı;
‘’Mayo Klinik doktorları benimle bu konuları tartışmayı reddettiler. Bence bunlar bilim insanı değil, gerçeği aramaya adanmış değiller. Sanırım bunlar kendilerinden utanç duyuyorlar ve konunun unutulmasını tercih ediyorlar. Mayo klinik eskiden önemli bir prestije sahipti. Ancak bu süreç bana gösterdi ki artık hak etmiyor.’’
Pauling, Nasıl Uzun Yaşanır ve İyi Hissedilir (Pauling 1986)
Ancak Paulingin 80 yaşında sarf ettiği bu emeklerle Vitamin C ile ilgili pek çok çalışmanın yolu açılmış oldu. Japonya’da, Almanya’da ve daha başka ülkelerde de çalışmalar devam etti.
2015’in sonunda yayınlanan bir çalışmada Bilim İnsanı Lewis Cantly, Vitamin C’nin özellikle KRAS ve BRAF geni mutant, yani değişime uğramış bağırsak kanserli tümörlerde hücrenin içine girip, tümörü seçici olarak öldürdüğünü gösterdi. Hemen arkasından 2017 Nisan ayında Iowa Üniversitesi’nden Dr Allen ve arkadaşlarının yaptığı çalışmalarda, Vitamin C’nin tüm etki mekanizmaları çok net bir şekilde ortaya konuldu. Dahada önemlisi yıllarca Pauling karşısında olan American Kanser Enstütüsü Iowa üniversitesine Vitamin C bin kanser çalışmalarını desteklemek amacıyla 9,7 milyon dolar bağış yaptı.
Vitamin C bağırsaklardan emilirken çok sıkı kontrol edilir. Çok sıkı kontrol edildiği için, ağızdan 1gr da alınsa, 1 çuval da yenilse kanınıza geçen miktar çok düşük bir düzeydedir. Bu konsantrasyonda Vitamin C’nin etkisi antioksidan özellik gösterir. Tümörlerde doktorlar antioksidan kullanılmasını istemezler. Çünkü tümör sürekli asit ürettiği için oksidasyon yüksek düzeydedir. Bu oksidasyonun temizlenmesi tümörün işini kolaylaştırabilir.
Vitamin C, damardan uygulandığında ise pro-oksidandır. Yani, hidrojen peroksit, oksijenli su üreten bir hale döner. Hidrojen peroksiti güçlü bir temizlik ajanı gibi düşünürsek; çamaşır suyuna benzetebiliriz. Daha da ilginç olanı, C vitamininin ürettiği hidrojen peroksit, seçici olarak sadece tümörlü hücrelerin etrafında üretilir ve tümöre direk toksik etki yapar. Sadece kanser hücrelerini öldürür; normal hücreleri öldürmez. Bu sebeple, damardan yüksek doz Vitamin C demek, artık sadece bir vitaminden değil, bir ön ilaçtan bahsediyoruz, anlamına gelmektedir. Farmakolojik dozdaki damardan verilen Vitamin C, bir ön ilaçtır.
Vitamin C’nin, normal bir hücre ile kanserli bir hücreyi ayırt edebilmesinin birinci sebebi, kanımızda ve dokularımızda bulunan Katalaz enzimi. Katalaz Enzimi, hidrojen peroksiti yani oksijenli suyu hızla su ve oksijene dönüştürür. Ancak bu enzim kanser hücrelerinde neredeyse yok denecek kadar azdır. Bu sebeple kanser hücreleri, normal hücreler gibi hidrojen peroksiti ortamdan uzaklaştıramazlar.
İkinci sebep ise, metallerle hidrojen peroksit birleşince direkt serbest oksijen radikalleri oluşturarak, tümör DNA’sına atak eder ve öldürür. Normal hücrelerde demir molekülü, kanser hücrelerine göre daha azdır. Demir, kanser kök hücrelerinin de hayatta kalmasını sağlayan elementlerden bir tanesidir. Artmış demir, hidrojen peroksitle birleşince, seçici olarak kanser hücrelerini öldürmektedir.
Vitamin C çok ilginç bir moleküldür. Şeker ile %90-95 benzerdir. Vitamin C alan kişilerde kan şekeri ölçülürse oranı yüksek çıkmaktadır, çünkü bir çok makina şekerle vitamin C’yi ayırt edemez. Kanser hücreleri, oksijen kullanmaz; şekeri normal bir hücrenin 200 katı fazla kullanarak, sadece şeker ile beslenir. Bu nedenle damardan Vitamin C verildiğinde, aynı şeker gibi kanser hücrelerinin içine girer.
Kanserli hücreleri saptamak için çekilen PET CT/MR’ın teknik çalışma sistemi ile aynı şekilde düşünebilirsiniz. PET Filmi çekmek için şekere flor bağlanır. Bağladığımız flor, kanserin yerini gösteren bir sinyal gibidir. Florlu şekeri damardan verdiğinizde bütün şeker kanser hücreleri tarafından çekilir ve flor bağlı olduğu için filmde parlar. Ve o parlayan hücrelere tümör tanısı konur. Bu nedenle, Vitamin C’nin kanserde çok önemli bir rolü vardır.
Çok yüksek dozlara dahi çıkılsa Vitamin C, suda eriyen bir vitamin olduğu için, fazlası idrarla atılır. Sadece iki kural vardır:
1. Böbrekler sağlıklı çalışıyor olmalı.
2. Kanda oluşan hidrojen peroksiti uzaklaştıran normal hücrelerdeki Glikoz-6-fosfat Dehidrogenaz enzimin normal olmalı
Bu kurallar geçerliyse, Vitamin C’nin yan etkisi neredeyse hiç yoktur denebilir. Doktor tarafından kanser hastasına istenilen dozda uygulama yapılabilir. Sağlıklı insan için yüksek dozlara çıkılmasına gerek yoktur. Kanser hastası’na yüksek doz uygulanmasının amacı, farmakolojik dozun kanda hidrojen peroksit oluşturmasıdır.
Yalnız damardan alımda Vitamin C konsantrasyonu yükselince bazı hastalarda rahatsızlık duyulabiliyor. Bu sebeple önce 15 gr gibi bir test dozu uygulanmalı. Bunu yan etkileri görmek için yapılan bir alerji testi olarak düşünmemek lazım. Sadece başlangıç dozunu ayarlamak için, referans noktası belirleniyor. Daha sonra Vitamin C’nin dozu yavaş yavaş arttırılıyor. Örneğin hedef doz 100gr ise doğrudan 100gr uygulanmıyor. Önce 25gr ile başlanıyor. Daha sonra 50gr, 75gr ve 100 gr’a çıkılıyor. 50 gr’ın üzerindeki hedef dozları kesinlikle ilk uygulamada başlanmıyor.
Vitamin C idrara çıkmayı çoğalttığı için susatan bir etkiye sahip. Bu sebeple, uygulama öncesi hastalara mutlaka su içmeleri öneriliyor. Ayrıca Vitamin C infüzyonu sırasında, hastalara mutlaka oksijen de veriliyor. Böylece içeride oluşan serbest oksijen radikallerini arttırarak, Vitamin C’nin daha etkin olması sağlanıyor.
Yüksek dozda vitamin C ürünleri 2010 dan itibaren Kanada da, Şili de, Yeni Zellanda da onaylıdır. Ayrıca 2017 yılında Amerika’da FDA tarafından 25 gr/50 ml’lik flakonlar onaylanmıştır. FDA raporlarında 187 gr/gün dozuna kadar güvenli olduğu belirtilmiştir.
Vitamin C, kanser hastalarının tedavisinde kemoterapi ajanlarıyla kullanıldığında daha da başarılı sonuçlar alınıyor. Vitamin C’nin kemoterapinin etkisini arttırıyor. Kullanılamadığı bazı kemoterapi ilaçları da var. Bunun sebebi yine böbreklerin çalışmasına bağlı olarak açıklanıyor. Vitamin C, birlikte kullanılabildiği kemoterapi ajanlarının yan etkilerini de azaltmaktadır.
Özellikle bazı kanser tiplerinde akıllı ilaçlar kullanılmaktadır. Mesela bağırsak kanserlerinde akıllı ilaçlar yoğunlukla tercih edilmektedir. EGFR yolağına bakarak, KRAS genine bakarak, buna göre etkili ilaçlar seçilmektedir. Bu ilaçlar, Vitamin C ile birlikte uygulanırsa, çok daha iyi sonuçlar alınabilmektedir.
Riordan Klinik, Vitamin C uygulamasını en sık gerçekleştiren, en çok vaka sayısını sahip kliniklerden bir tanesidir. Ama Iowa Üniversitesi’nde Dr Allen’ın yaptığı çalışma, Vitamin C’nin bütün etki mekanizmalarını gösterdiği gibi bütün çalışma prensiplerini da açığa çıkarmıştır. Kanser hastalarında kemoterapi ve radyoterapi ile birlikte hem akciğer, hem beyin tümörlerinde, damardan yüksek doz Vitamin C uygulamasının güvenli ve etkin olduğunu kanıtlamıştır. Yapılan çalışmaların hem faz1, hem faz 2 sonuçları yayınlandığında, tıp dergilerinde geniş yer almıştır.
Kansas eyaletinde yüksek doz vitamin C tedavisi hem Riordan Klinikte hemde Kansas Üniversitesinde uygulanmaktadır. Kansas üniversitesinde Vitamin C infüzyon Kliniği vardır. Bu hastanenin önemli isimlerinden Dr. Levin, Kansas Üniversitesi’nin İntegratif Tıp Bölümü’nün başkanı ile beraber yaptıkları çalışmalarda Vitamin C’nin kemoterapinin tedavi etkilerini arttırdığını göstermişlerdir. Bu çalışmaların sonucunda Amerika’da 25 gr’lık Vitamin C preparatlarını, Kasım 2017 de FDA tarafından onaylanarak, ruhsatlı olarak kullanılmaya başlandı.
Güney Kore’de Samsung Hospital’ın Vitamin C ile ilgili yaptığı çalışmalarda, sağlıklı insanlara belirli periyotlarla uygulama yapıldığında daha az hastalandıkları, daha hızlı iyileştikleri ve iş verimlerinin arttığı ortaya çıkarıldı. Bundan dolayı özellikle Amerika’da, Avrupa’nın bazı ülkelerinde, Güney Kore’de ciddi olmayan viral enfeksiyonlarda enfeksiyonlarda ve belirli periyotlarda damardan Vitamin C uygulaması yapılmaktadır. Kronik yorgunluk durumlarında alınabilecek bir tedavidir. Sağlık konusundaki etkisinin yanı sıra, Vitamin C, ergojeniktir; enerji verir. Ayrıca Endorfin salgılanmasına yardımcı olur. Kişiyi iyi hissettirir.
Kimya da Fenton reaksiyonları vardır. Fenton reaksiyonu kimyanın hizmet ettiği pek çok alanda; tekstilde, sanayiide gibi birçok alanda kullanılır.
Temel mekanizmayı, ortamdaki hidrojen peroksit, H2O, demir +2, demir +3 dönüşümü esnasında verdiği elektronla hidroxil radikalleri oluşturur. Bunlar da beyazlatmada, temizlikte de kullanılır. Vitamin C ile ilişkisine baktığımızda; askorbik asit, yani Vitamin C doğada 2 elektronu verebilen tek moleküldür. İşte bu elektronu vermesi esnasında Demir +3, Demir +2 ye dönüşür. Ve dönüşen bu Demir +2 tekrar Demir +3’e dönüşürken ortamda askorbik asit tarafından oluşturulan hidrojen peroksit, ortamda hidroksil radikallerin oluşmasını sağlar. Yani Vitamin C, önce hidrojen peroksit, daha sonra da hidroksil radikalleri oluşturur.
Normal dokularımızda da hidrojen peroksit oluşabilir. Ama mevcut enzimlerimizle hızlıca suya ve oksijene dönüştürür. Katalaz adı verilen enzimler, kanserli dokularda olmadığı için, kanserli dokular Vitamin C askorbik asit tarafından oluşturulan hidrojen peroksiti uzaklaştıramazlar. Sonuç olarak, siz infüzyon yapıldığında askorbik asit elektronunu vererek hidroksi askorbata dönüşürken demir +3, demir +2 dönüşümü hidroksi radikalleri oluşuyor.
Kanser hücrelerinde fazla olan demir molekülleri daha çok hidrojen peroksit ile etkileşime sebep oluyor. Katalaz enzimi de eksik olduğu için, oluşan hidroksil radikalleri seçici olarak kanser hücrelerine etki yapıyor. İşte buna diğer bir adıyla, indirgenmeden dolayı intravenöz C Redox Kemoterapisi deniyor.
Özetle Fenton Reaksiyonu;
· Askorbik asitin dihidroksi askorbata dönüşümü esnasında ortamda oksijen varlığında hidrojen peroksit oluşuyor.
· Vitamin C şekere çok benzediği için, şeker kanalından giriyor. Aynı dönüşüm kanser hücresinin içinde de oluşuyor.
· ‘Labile iron pool’ denilen artmış demir havuzu ile birlikte, oluşan hidroksil radikaller doğrudan DNA’ya ve mitekontriye hücum ediyorlar ve seçici olarak kanser hücrelerini öldürüyorlar.
Vitamin C tedavisi seçici olarak kanser hücrelerinde serbest oksijen radikalleri oluşturarak kanserli hücrelerin hasar görmesini sağlarlar.
2017’nin Cancer Cell Dergisi’nin Nisan sayısında, Dr. Allen ve arkadaşlarının çalışması bu konuyu detaylı olarak incelemiştir.
Vitamin C uygularken özellikle, infüzyon setinin ışıktan korumalı olması lazımdır. Bunun için özel renkli bir set kullanılır. Ayrıca Vitamin C açıkta bırakıldığında çok hızlı bozulan bir vitamin olduğu için, serum torbasının da ışıktan korunması gerekir.
Vitamin C’nin etkisi yaklaşık 24 saat sürer. Özellikle antiviral enfeksiyona karşı bağışıklık sistemini güçlendirir. Uygulamanın ertesi gününde daha bir iyilik hali veriyor. Hastalık söz konusu ise iyileşme sürecini hızlandırır.
Onkolojik tedaviler yaparken çok daha yüksek dozlar uygulanmasının asıl amacı, bağışıklık sistemini güçlendirmekten öte, direk olarak tümörü öldürme etkisinden faydalanmaktır.
Vitamin C’nin fazlası vücutta tutulmaz, idrar yoluyla atılır. Saf Vitamin C idrarda koku yapmaz.
“Well Being” adı altında çalışan sağlıklı yaşam merkezlerinde yüksek doz Vitamin C olarak verildiği söylenen uygulamalarda paraben içeren ürünler kullanılabilmektedir. Yüksek dozlarda vitamin C uygulanırken yüksek dozlarda parabenlere de maruz kalabilirsiniz.
Vitamin C’nin kanda kalma süresi 8 saati geçmemektedir. Daha yüksek dozlar verilse bile bu süreç sadece biraz daha uzar. Eğer gerçekten Vitamin C aldıysanız hemen idrara çıkma ihtiyacı hissedersiniz.
Meme kanserinden kurtulanlar bir dizi sağlık probleminden etkilenebilir, ancak çoğu zaman büyük bir endişe kanserle tekrar karşı karşıya kalmaktır. Tedaviden sonra tekrar ortaya çıkan kansere nüks denir. Ancak bazı kanserden kurtulanlar daha sonra yeni, ilgisiz bir kanser geliştirir. Buna ikinci kanser denir .
Meme kanseri olan kadınlar başka kanserlere yakalanabilir. Meme kanserinden kurtulanların çoğu tekrar kansere yakalanmasa da, aşağıdakiler de dahil olmak üzere bazı kanser türlerine yakalanma riski daha yüksektir:
Meme kanserinden kurtulanlarda en sık görülen ikinci kanser başka bir meme kanseridir. Yeni kanser, karşı memede veya meme koruyucu cerrahi (lumpektomi gibi) ile tedavi edilen kadınlarda aynı memede ortaya çıkabilir .
Genetik faktörlere bağlı kanserler
Bazı ikinci kanserler için ortak genetik risk faktörleri rol oynayabilir. Örneğin, BRCA genlerinden birinde mutasyona sahip kadınlarda meme kanseri, yumurtalık kanseri ve diğer bazı kanser riskleri artar.
Radyasyon tedavisine bağlı kanserler
Akciğer kanseri: Tedavilerinin bir parçası olarak mastektomi sonrası radyasyon tedavisi gören kadınlarda akciğer kanseri riski daha yüksektir . Sigara içen kadınlarda risk daha da yüksektir. Lumpektomi sonrası memeye radyasyon tedavisi alan kadınlarda risk artmıyor gibi görünmektedir.
Sarkom: Memeye uygulanan radyasyon tedavisi, tedavi edilen bölgelerdeki kan damarları (anjiyosarkomlar), kemik (osteosarkomlar) ve diğer bağ dokularının sarkomları riskini de artırır. Genel olarak, bu risk düşüktür.
Bazı kan kanserleri: Meme radyasyonu, daha yüksek lösemi ve miyelodisplastik sendrom (MDS) riski ile bağlantılıdır. Genel olarak, yine de, bu risk düşüktür.
Kemoterapiye bağlı kanserler
Erken meme kanseri için belirli kemoterapi (kemo) ilaçlarını aldıktan sonra lösemi ve miyelodisplastik sendrom geliştirme riskinde küçük bir artış vardır . Hem kemoterapi hem de radyasyon tedavisi verilirse risk daha yüksektir.
Tamoksifen ile tedaviye bağlı kanserler
Tamoksifen almak , hormon reseptörü pozitif meme kanserinin geri gelme şansını azaltır. Aynı zamanda ikinci bir meme kanseri riskini de azaltır. Ancak tamoksifen rahim kanseri (endometriyal kanser ve rahim sarkomu) riskini artırır. Yine de, tamoksifen alan çoğu kadında genel rahim kanseri riski düşüktür ve araştırmalar bu ilacın meme kanseri tedavisindeki faydalarının ikinci bir kanser riskinden daha büyük olduğunu göstermiştir.
Meme kanseri tedavisi sonrası takip
Meme kanseri tedavisini tamamladıysanız, kanserin geri döndüğüne dair işaretler aramak için yine de doktorunuzu düzenli olarak görmelisiniz. Her iki memenizi de aldırmadıysanız, meme kanserini (ya kanserin nüksetmesi ya da yeni bir meme kanseri) aramak için yıllık mamografi çektirmeniz gerekir.
Meme kanserinin nüksetmesinden veya yeni bir hastalıktan veya ikinci bir kanserden kaynaklanabileceğinden, herhangi bir yeni semptom veya sorun hakkında doktorunuzu bilgilendirin. Örneğin, menopozdan sonra veya dönemler arasında kanama veya lekelenme gibi anormal adet kanaması, rahim kanserinin bir belirtisi olabilir.
İkinci bir kanser olma riskimi azaltabilir miyim?
Tüm kanserleri önlemenin kesin bir yolu yoktur, ancak riskinizi azaltmak ve mümkün olduğunca sağlıklı kalmak için atabileceğiniz adımlar vardır. Yukarıda belirtildiği gibi önerilen erken teşhis testlerini almak, bunu yapmanın bir yoludur.
Tütün ürünlerinden uzak durmak da önemlidir . Sigara, meme kanserinden sonra görülen ikinci kanserlerden bazıları da dahil olmak üzere birçok kanser riskini artırır.
Sağlığın korunmasına yardımcı olmak için meme kanserinden kurtulanlar ayrıca:
Sağlıklı bir kiloya ulaşın ve bu kiloda kalın
Bol miktarda meyve, sebze ve kepekli tahıllar içeren gıdalar tüketin ve işlenmiş kırmızı etleri, şekerli içecekleri ve yüksek oranda işlenmiş gıdaları sınırlayan veya bunlardan kaçınan sağlıklı bir beslenme düzenini takip edin.
Alkol almamak en iyisidir . İçki içiyorsanız, kadınlar için günde 1, erkekler için günde 2’den fazla içmeyin.
Neredeyse tüm rahatsızlıklar için erken teşhisin büyük önem taşıdığını söyleyebiliriz. Ama bazı rahatsızlıklar için bu olgu daha çok geçerlidir. Hele ki kontrolünü sizin sağladığını bir rahatsızlıkta erken teşhis hayat kurtarır. Erken teşhisin çok önemli olduğu meme kanserinde tedavi de önemli. Kişilere bu konuda da büyük rol düşer. Zira meme kanseri tedavisinde beslenme alışkanlıklarını gözden geçirmek ve gerekirse yeniden düzenlemek gerekir. Meme kanserinden korunmak kadar tedaviden daha etkili sonuç almak için bazı yiyeceklerden uzak durulması bazılarının ise daha ağırlıklı tüketilmesi son derece önemli.
Meme kanseri tedavisi döneminde vücudun enerji harcaması artar; buna eklenen iştahsızlık kilo kaybına neden olabilir. Aktif tedavi sırasında kilo kaybı istemediğimiz bir durumdur. İştahsızlık durumunda kısa aralıklarla küçük porsiyonlar ile beslenme şekline geçilmelidir. Azalan iştahı yerine getirmek için öncelikli olarak sevilen besinlere yer verilebilir. Bu durumda sevilen besinler arasında şarküteri ürünleri, kızartmalar, şekerli ve yağlı hazır ürünler bulunuyorsa seçim bu besinlerden yana yapılmamalıdır. Bulgur pilavı, makarna ya da çorba gibi karbonhidrat kaynağı bir besinle başlayarak iştah biraz toparlanıp daha sonra et/tavuk ya da balık gibi protein kaynağı besinlerle gerekli enerji yerine konmalıdır. Hızlı enerji vermesi için meyve, süt/yoğurt, bisküvi, isteğe bağlı bal ya da pekmez eklenerek hepsi blenderdan geçirilerek enerji yoğunluğu yüksek bir içecek hazırlanıp tüketilebilir. Vücuda enerji sağlamak iştahsızlık durumunu azaltarak yavaş yavaş yeme isteğini de yerine getirir.
Günde 2-2.5 litre su içilmeli ve besinlerle alınan lif miktarı artırılmalıdır. Lif miktarını artırmak için tam buğday, çavdar ekmeği gibi tam tahıllı ekmekler tüketilmeli, pirinç yerine bulgur veya karabuğday tercih edilmeli, sebze ve meyve günlük beslenme planında mutlaka bulundurulmalıdır. Kemoterapi sürecinde nötrofil (beyaz kan hücresi) sayısında düşme varsa sebze ve meyve pişmiş şekilde tüketilmelidir. Haftada 2-3 kere öğünlerden birinde kurubaklagillere yer verilmelidir.
Tedaviye bağlı gelişen ishalde vücut kısa sürede su kaybettiğinden artan sıvı ihtiyacı yeterli miktarda su ile yerine konulmalıdır. Bu dönemde kabızlık durumunun aksine kepekli ekmek, bulgur, kuru baklagiller, bazı sebze ve meyve çeşitleri tüketilmemelidir. Bunların yerine öğünlerde; beyaz ekmek, pirinç lapası, haşlanmış patates, yoğurt, meyvelerden muz, kabuğu soyulmuş şeftali, elma ve armut, sebzelerden havuç tüketilmelidir. Kahve bağırsak hareketlerini artıracağı için tüketilmemelidir. İshal sona erdiğinde eski beslenme düzenine geçilmelidir.
Kemoterapi ilaçlarıyla etkileşiminden dolayı greyfurt; ağız yaraları varsa yağlı, acı, ekşi ve sıcak besinler; mide bulantısını artırabileceğinden kızartmalar, çay ve kahve; mide asidini artırdığından kola ve gazoz gibi gazlı içecekler; nötrofil (beyaz kan hücresi) sayısında düşme varsa çiğ sebze ve meyvelerden uzak durulmalıdır.
Kemoterapi sürecinde bağışıklık sistemi baskılanır ve enfeksiyonlara yakalanmak kolaylaşır. Bu riski en aza indirmek için besinlerle gerekli önlemler alınmalıdır. Herhangi bir mikroorganizma riskine karşı meyve ve sebzeler sirkeli suda bekletilmeli ardından bol su ile çok iyi yıkanarak tüketilmelidir. Kemoterapiye bağlı olarak nötrofil (beyaz kan hücresi) sayısında düşme var ise meyveler komposto ya da hoşaf şeklinde, sebzeler ise mutlaka pişirilerek tüketilmelidir. Yemekleri düdüklü tencerede pişirmek de enfeksiyon riskini en aza indirmek için alınacak önlemler arasındadır. Bağışıklık sistemini destekleyici olarak; A,C,E vitamini içeren sebzeler ve meyveler, Omega-3 yağ asidi içeren balık, ceviz, semizotu gibi besinler tüketilerek antioksidan alımı sağlanmalıdır.
Meme kanserinde günde 2-2,5 litre su içilmesi faydalı. Protein ihtiyacını karşılamak için kırmızı et, tavuk, balık ya da kurubaklagil yemeği mutlaka öğünlerden birinde bulunmalıdır. Çorba mide bulantısına iyi gelir ve sıvı alımına destek olur. Bulantıya karşı kızarmış ekmek, gevrek, simit gibi kuru besinler ile haşlanmış ya da fırında pişmiş tavuk, beyaz peynir katkı sağlar. Yoğurt ve patates püresi ise meme kanseri tedavisine bağlı ağız içi yaraları oluyorsa rahatça tüketilebilir. Balık, Omega-3 kaynağı olduğu için antioksidan etkisiyle bağışıklık sistemini desteklerken; yulaf, tam tahıllı ekmek, bulgur, kuru baklagiller meme kanseri tedavisine bağlı gelişen kabızlığı önlemede, içeriğindeki posa ile bağırsak hareketlerinin artmasını sağlar.
Ceviz, badem, fındık gibi sert kabuklu meyveler hem sağlıklı yağları hem de serbest radikallere karşı bağışıklık sistemini güçlendirici etki gösteren vitaminleri içerdiğinden beslenmede önemli rol oynar. Havuç, bal kabağı, Trabzon hurması, kayısı gibi turuncu meyve ve sebzeler beta karoten içeriğiyle hücreleri serbest radikallere karşı koruyan çok güçlü bir antioksidandır. Günde 10 gram keten tohumu ise meme kanserinin tekrarlama riskini azaltır. Meme kanseri tedavisinde önemli bir rehber olan bu öneriler, kişiyi rahatlatırken vücudun ihtiyacı olan besinleri almasını sağlar.
HAŞİMATO HASTALIĞININ BELİRTİLERİ
Haşimato hastalığı bir tiroid hastalığıdır ama belirtileri genellikle boğaz bölgesinde değildir. Haşimato hastalığının belirtileri, boğazdan ziyade yarattığı tiroid hormon bozukluğunun vücutta yarattığı değişkliklerle ilgilidir. Haşimato hastalığı bir çok belirtilerle kendini belli eden bir hastalık tablosudur.
Her Tiroid Hormon yetmezliği (Hipotiroidizm) Haşimato Hastalığı Değildir!
Türkiye’de yapılan en yaygın yanlışlıklardan biri “her tiroid hormonu düşen” hastaya Haşimato hastalığı tanısı konulmasıdır. Tiroid hormonu başka bir çok nedenle de düşebilir. Bir hastaya Haşimato hastalığı tanısı koyabilmek için tiroid bezesinde iltihap (tiroidit) olması gerekir. Bu iltihabın da hastanın tiroid bezesine karşı üretilen antikorlarla birlikte olması şarttır. Ayrıca, tiroid bezesinde bu iltihabın yarattığı harabiyetin de ultrasonografi ile görüntülenmesi gerekir.
Hastalık Nasıl Oluşur?
Çeşitli tetikleyici faktörlerle hastanın bağışıklık savunma sistemi “yanlışlıkla” hastanın tiroid hücrelerine karşı antikor adını verdiğimiz moleküller üretir. Bu antikorlardan 2 tanesi çok önemlidir: anti-tiroglobulin antikor (anti-tg antikor) ve anti-tiroid peroksidaz antikor (anti-tpo antikor). Bu antikorlar hastanın hormon üreten tiroid hücrelerine yapışır; onlarda zararlı harap edici ve bazen de aşırı çalışmaya teşvik edici etkiler yapar. Bu harabiyet sonucunda parçalanan tiroid hormon depolarından ve hücrelerinden hastanın kanına bol miktarda tiroid hormonu geçer (tiroid hormon fazlalığı-hipertiroidizm). Bu geçici bir durumdur ve yaklaşık 2-6 hafta sürer (Bazen daha da uzun sürüp bu tiroid hormon fazlalığı kalıcı olabilir). Bu geçici dönemden sonra harap olup zarar gören tiroid hücrelerinin bir kısmı tekrar düzlir, geriye kalan çoğunluğu ise artık tiroid hormonu üretemeyecek kadar hasar görüp ölür. Bu harap olmuş hücrelerin yerine tamir hücreleri gelir ancak bu tamir hücreleri tiroid hormonu üretemez. Geriye kalan sağlam tiroid hücrelerinin üretttiği tiroid hormonu yetersiz hale gelir (hipotiroidizm başlar). Artık bu safhadan sonra tiroid hormon yetmezliği kalıcıdır. Tiroid hormon yetmezliğinim şiddeti kişiden kişiye büyük farklılık gösterir. Önce hafif düzeyde olan tiroid yetmezliği hastada TSH düzeyini artırır ancak bu artış hafif olabilir (3’ün altında) ve ayrıca bu safhada tiroid hormonları (T3 ve T4 hormonları) normaldir; bu duruma gizli torid hormon yetmezliği (subklinik hipotiroidizm) denir. Ama, bu safhada hastada her türlü belirti başlamıştır; hasta ciddi bir şekilde kilo almaya başlar. Bir çok hastada hastalık bu safhada kalır ve ömür boyu bu seviyede (subklinik hipotiroidizm) devam eder. Bir çok hastada ise tiroid hücrelerine karşı oluşmuş olan anti-tg ve anti-tpo daha geniş çaplı ve yaygın harabiyet yapar ve bu harabiyet durmaz devamlı artış gösterir. Bu hastalarda TSH seviyesi daha da artar, T3 ve T4 hormonları ise gittikçe düşer (terazinin bir kefesi aşağı inerken diğer kefesi yukarı çıkar); bu duruma hipotiroidizm (tiroid hormon yetmezliği) denir ki bu kalıcıdır. Bu grup hastalarda yükselen TSH nedeniyle tiroid bezesi aşırı uyarı altında kalıp nodül gelişimi görülebilir.
İlk Belirtiler Nelerdir?
Kimse haşimato hastalığına hemen yakalandığını anlamaz. Haşimato hastalığının tiroid’de yarattığı bozukluklarla başlayan tirodi hormon üretim düzensizlikleri hastalarda şikayetlere neden olur. Haşimato hastalığının ilk belirtisi çoğunlukla şişmanlamadır; bu hastalığa yakalanan kişiler her zamanki kadar yediği, her zamanki kadar hareketli olduğu halde kilo almaya başladığını fark eder. Bu durumun nedeni tiroid hormon üretiminde düşmedir (tiroid hormonu yetersiz kalmaya başlar; hipotiroidizm). Daha seyrek görülen ilk belirti ise çarpıntı ve saç dökülmesi ile başlayan tiroid hormon üretiminde geçici artıştışla görülen tiroid hormon fazlalığı (hipertiroidizm)’a bağlıdır.
HAŞİMATO HASTALIĞI NASIL TEDAVİ EDİLİR?
Haşimato hastalığı bir çok sağlık sorununa neden olur. Bu sağlık sorunlarının tümü ele alınıp tedavi edilirken asıl sorunun kaynağı olan tiroid hormon yetersizliği tedavi programının eksenine oturtulmalıdır. Ancak, uygulanacak tiroid hormon dozu tedavi eden hekimin tecrübesi ve bilgi derinliği ile yakından ilgili olup her hastanın hastalığının ayrıntıları ve vücudunun ihtiyaçlarına göre ayarlanır. Diğer yandan hastadaki ant-tg ve anti-tpo antikorlarının yüksekliği için de tedavi uygulanmalıdır ancak bu amaçla artık kortizol türevi ilaçların kullanılmasını önermediğimiz belirtmek isteriz. Diğer yandan antikorların yükselmesini “tetikleyen”aşırı yüksek miktarda iyot alımı (iodine intake) da azaltılamalıdır.
Bu sitede, hekimlerin hastalarını nasıl tedavi edeceğine dair daha fazla ayrıntı vermek mümkün ve uygun değildir. Ancak, Haşimato hastalığı sadece pasif takip veya basit bir tiroid hormon tableti verilerek tedavi edilmez. Ayrıca, hastaların kendi kendilerini tedaviye yeltenmelerini ise kesinlikle önermiyoruz.
HAŞİMATO HASTALIĞI NASIL TAKİP EDİLİR?
Haşimato Hastalığı, uzun süreli takip gerektiren bir hastalıktır.
Haşimato Hastalığı, süregelen (uzun süren, kronik) bir hastalıktır. O nedenle ilk tanı konulup tedavi düzenlendikten sonra uygulanan tedavinin yeterli düzeyde etkili olup olmadığı, tedavide değişikliğe ihtiyaç olup olmadığı, tiroid hormonu dozunun hastanın yaşına ve diğer özelliklerine göre değiştirilip değiştirilmeyeceği düzenli kontrol muayeneleri ile takip altında tutulmalıdır. Unutmamak gerekir ki; hastanın değişen yaşı, vücudun normalde değişen çalışma düzeni, hastanın hayatında meydana gelen ani şoklar (yakın birinin ölümü, boşanma, iş kaybı vs), yaşama koşulları, aynı şehirde yaşayıp yaşamadığı, hatta mevsim değişiklikleri de hastanın tiroid hormonuna olan ihtiyacını da değiştirir. Bu şekilde düzenli olarak takip edilen hastalarda haşimato hastalığı nedeniyle harabiyete uğramış tiroid dokusunda nodül gelişimi önlenebilir. Kontrol takip muayenelerinin sıklığı, hastanın durumuna göre (şişmanlık mevcut olup olmadığına, şişmanlık için ilave tedbir ve tedavi uygulanıp uygulanmadığına, bu sitede beliretilen zararlı etkilerin (sağlık sorunlarının) ortaya çıkıp çıkmadığına göre belirlenir. Başka bir sağlık sorunu olmayan önceleri 2-3 ay olan bu takip muayene sıklığı takip edeb süreçte 6 aya kadar uzatılır.
HAŞİMATO HASTALIĞININ ZARARLARI
Şimanlık
Haşimato hastalığında düşen tiroid hormonu (hipotiroidizm); vücudun organlarının çalışmasını yavaşlatır ve kilo artışına (şişmanlık) neden olur. Bu hastalarda, tiroid hormonu tedavi ile eksiksiz olarak yerine konulmadıkça uzun süre de olsa şişmanlık için yapılan diyetler ve ağır spor programları ve kullanılan ilaçlar etkili ve faydalı olmaz.
Şişmanlığın Getirdiği Zararlar
Haşimato hastalığında düşen tiroid hormonu (hipotiroidizm); kilo artışına (şişmanlık) neden olur. Hastada estetik bozulmanın yanında şişmanlık nedeniyle bel ağrısı, bel fıtığı, omuz ve sırt ağrısı, boyun fıtığı, şişmanlık nedeniyle ortaya çıkan sindirim sistemi kanserlerinde artış görülebilir.
Kabızlığın Getirdiği Zararlar
Haşimato hastalığında düşen tiroid hormonu (hipotiroidizm); kabızlığa neden olur. Kabızlık soncu, hemoroid (basur) ve kalın barsak kanserlerinde artış görülebilir. Bu hastalarda, tiroid hormonu tedavi ile eksiksiz olarak yerine konulmadıkça uzun süre de olsa kabızlık için yapılan diyetler ve kullanılan ilaçlar etkili ve faydalı olmaz.
Depresyon, Cinsel Sorunlar ve Aşırı Sinirlilik
Haşimato hastalığında düşen tiroid hormonu (hipotiroidizm); depresyon, cinsel sorunlar ve aşırı sinirliliğe neden olur. Bunların sonucunda hastaların iş hayatı, evliliği ve sosyal ilişkileri zorlanır ve işten ayrılma, eşten boşanma ve hayata küsemeya neden olabilir. Bu hastalarda, tiroid hormonu tedavi ile eksiksiz olarak yerine konulmadıkça uzun süre de olsa uygulanacak psikiyatrik ilaç tedavisi ile sonuç almak pek mümkün olmaz.
Adet Düzensizliği ve Kısırlık
Haşimato hastalığında düşen tiroid hormonu (hipotiroidizm); hastalarda adet düzensizliğine neden olur. Ayrıca, yüksek antikorlar ve düşük tiroid hormonu nedeniyle kadınlarda yumurtlama fonksiyonu ve yumurta kalitesi ile erkeklerde ise sprem kalitesi ve sayısı bozulur. Bunların sonucunda kısırlık görülebilir. Kadın hastalar hamile kaldıktan sonra tiroid hücrelerine karşı oluşan antikorlarda geçici bir düşme olabilir ama hamilelik sonrasında tiroid oto-antikorları tekrar yükselir.
Saç ve Cilt Bozuklukları
Haşimato hastalığında düşen tiroid hormonu (hipotiroidizm); saçlarda matlaşma, dökülme, ciltte kuruluk, pullanma ve selülit ortaya çıkar. Selülitli hastaların çoğunda tiroid hormon yetmezliği, özellikle de gizli tiroid yetmezliği görülür. Bu konu henüz Türkiye’de pek bilinmediğinden selülit tedavisinde akla gelmedik cilt tedavileri yapılırken hastaların tiroid incelemesi yapılmamaktadır.
Tırnak Kırılmaları ve Soyulması
Haşimato hastalığında düşen tiroid hormonu (hipotiroidizm); hastaların tırnaklarında kalınlaşma, parlaklığını yitirme ve kat kat ayrılmalara neden olur. Bu konu henüz Türkiye’de pek bilinmediğinden demir eksikliği, çinko eksikliği, selenium eksikliği gibi akla gelmedik tanılar konulup tıbbi olan veya tıbbi olmayan “tırnak güçlendirme tedavileri” yapılırken hastaların tiroid incelemesi yapılmamaktadır.
Tiroid Kanseri
Haşimato hastalarında papiller tip tiroid kanseri diğer tiroid hastalarına göre daha sık görülür. O nedenle Haşimato hastalarının bezelerinin ilk muayenesinde ve rutin takip kontrol muayenelerinde muhakkak ultrasonografi ile de incelenmeli; nodül saptanırsa knaser olmadığını ortaya koyma için derhal ince iğne biyopsisi yapılmalıdır.
Kalp ve Beyin Hastalıkları
Haşimato hastalığında düşen tiroid hormonu (hipotiroidizm); hastanın kolesterol ve yağ emilimini ve kullanımını (metabolizmasını) bozar. Yüksek kolestrol de hastaların kalp ve beyin damarlarını daraltır ve tıkar. Beyin damarlarında daralma ve tıkanma nedeniyle hastada beyin inmesi ve felç olabilir. Kalp damarlarındaki daralma ve tıkanma ise enfarktüse neden olabilir. Ayrıca, yüksek kolesterol erkek hastalarda penis atar damarlarını (peniste sertleşmeyi bu damarlardan geçen kanın peniste birkimi sağlar) daraltır ve tıkayarak ciddi sertleşme (ereksiyon) sorunu yaratabilir.
Hem hekimlerin hem de hastaların sıkça canını sıkan bazı sağlık sorunları var. Bunlardan biri de bağışıklık sistemi ile tiroid bezi arasındaki kavganın, itişip kakışmanın, bir türlü anlaşamamanın sonucunda gelişen Haşimato Hastalığı’dır.
Haşimato Tiroidit’i olarak da bilinen bu sorun, bağışıklık sisteminin tiroit hücrelerine karşı saldırıya geçmesiyle başlar. Birden bire tiroit hormonlarını üreten hücrelerin kendi bedenine ait olmadığı yanılgısına düşen bağışıklık sistemi, onları yok etmeye çalışır. Onlara karşı “antikor” isimli tahrip edici bazı proteinler (anti TPO, anti TG) üretir. Tiroit bezi kısa sürede adeta içten içe yanan bir yangın yerine dönüşür.
Antikorlar doğrudan tiroit bezini hedef aldığından vücudun başka bir bölümünde sorun ortaya çıkmaz. Bu tür hastalıklara “otoimmün” adı verilmesinen sebebi de, bağışıklık sisteminin kendi bedeninin hücrelerine saldırmasıdır.
Eğer tiroit bezinin hormon üretimi etkilenirse, tiroit bezi az ya da çok çalışarak klinik belirtiler oluşur. Aniden ortaya çıkan hasar yüzünden çok fazla miktarda tiroit hormonu kana karışırsa “hipertiroidi” veya yeteri miktarda hormon yapılmadığında “hipotiroidi” ortaya çıkar.
Kısacası bu hastalıkta tiroit bezi normal hormon üretimini sürdürebildiği gibi (ötiroid), yetmezlik/hipotiroidi veya aşırılık/hipertiroidi tabloları da oluşturabilir.
Kadınlarda daha sık görülen, ağır ve ani üzüntüler, kayıplar, depresyon, hamilelik sonrası, menopoz dönemi gibi zamanlarda ortaya çıkma ihtimali çoğalan Haşimato hastalığı, genellikle ciddi bir belirti vermez. Çoğu kez hastalar ağrı, ateş, yutma güçlüğü gibi belirtileri olsa bile fark etmezler.
Muayenede ise -belki- normalden büyükçe bir tiroit bezi ele gelebilir. Tiroit işlevleri araştırılırken veya kilo fazlalığı, kolesterol yüksekliği, yorgunluk, depresyon, eklem ve kas ağrıları, bellek problemleri nedeniyle incelenirken farkına vardığımız pek çok Haşimato olgusu vardır.
Ultrasonografik tanı yönteminin yaygınlaşması, tiroit bezinde oluşan değişikliklerin daha rahat tanımlanmasını ve Haşimato hastalığının teşhisinin kolaylaşmasını sağladı. Kanda antikor testleri de sanki hastalığın sıklaştığı izlenimini uyandıracak kadar yaygınlaştı.
Haşimoto hastalığı, diğer otoimmünite sorunları gibi tümüyle ortadan kalkmayan, daha alevli ya da sönük dönemleri olan ama tedavi edilebilir bir hastalıktır. Sessiz ve derinden seyreden, biraz sinsi, altından tiroit nodülü çıkma olasılığı yüksek bir sağlık sorunu olduğu için, uzun süreli bir doktor-hasta işbirliği gerektirdiğini de hatırlatalım.
Haşimato bir tiroit hastalığı… Bağışıklık sisteminin şaşkınlaşıp tiroit bezine saldırmasının tatsız ve genellikle de kalıcı, yani ömür boyu sürebilen bir sonucu. Uzun süren, hatta giderek artan halsizlik, üşüme veya unutkanlık gibi şikayetlerin altından genellikle Hashimoto Tiroidi adlı hastalık çıkıyor. Adı sık duyulan Hashimoto (Haşimato) Tiroidi’nin ilk kez 1912 yılında Japon doktor Hakaru Hashimoto tarafından tanımlanan vücudun savunma hücrelerinin vücudun kendisine zarar verdiği durum olan otoimmün bir hastalık.
Kısacası bu enteresan hastalığa paçanızı bir defa kaptırdınız mı kolay kolay kurtulamıyorsunuz. Kadınlarda erkeklere oranla 5-10 kat daha fazla görülen bu hastalık genetik yatkınlık gösteriyor. Bunda kadınların strese daha sık maruz kalmalarının ve hassas duygusal yapılanmalarının da payı olmalı…
Hastalık bazen “hipo”, bazen “normo”, bazen de “hipertiroidi” formunda seyrediyor. Ama en çok görüleni “hipotiroidi” yani tiroidi tembel, yetersiz düşüreni oluyor. Peki diğer detaylar neler?
Boynumuzda, soluk borumuzun önünde yer alan, kelebek benzeri şekilli, tiroit hormonlarını salgılayan organa ‘tiroit bezi’ deniyor. Tiroit hormonlarını, ‘yaşam hormonlarımız’ olarak da isimlendirebiliriz; çünkü bu hormonlar aynı zamanda metabolizma hızımızı ayarlıyor. Haşimato tiroidinde vücudun en önemli savunma hücrelerinden olan lenfositler, tiroit bezine hücum eder ve işlevini yitirene dek saldırır. Bu esnada kanda dolaşan Anti-TPO ve Anti- Tiroglobulin antikorların neden olduğu hasar da tiroit bezini işlevsiz hale getirir.
Haşimato’nun tanısı Anti–TPO testi ile konur. Takibi ise T3, T4, TSH ölçümleri ile yapılır. TSH normalse kişi sadece izlemeye alınır. TSH yüksekse takviye hormona başlanır.
Tehlikeli, korkutucu bir hastalık sayılmaz. Yeter ki düzenli izlensin. Yeter ki hastalar verilen takviye tiroid hormonunu usulüne uygun kullansın.
“Haşimato’nun erken döneminde tiroit bezinde hafif büyüme yani guatr vardır; daha sonra tiroit bezi devam eden hasar nedeniyle yıllar içinde küçülerek adeta yok olur. Sonuçta ‘hipotiroidi’ ortaya çıkar. Tiroit hormonlarının eksildiği durum olan hipotirodide hareketler-konuşma yavaşlar, yüzde, ellerde ve ayaklarda ödem, dilde büyüme olur, cilt kurur, kalp hızı yavaşlar, küçük tansiyon yükselir, hasta depresif ruh haline girer, hafıza ve düşünsel fonksiyonlar geriler. Haşimato, hipotiroidiye neden olduğundan önemlidir.
Haşimato tiroidinde öncelikle rafine şekerden, karbonhidrattan uzak durun. Margarin gibi yağlar yerine zeytinyağı kullanın. Haftada 2 kez balık tüketin. Eğer tüketemiyorsanız Omega-3 desteği alın. Selenyum, magnezyum ve çinko eksikliğiniz varsa gidermeye çalışın. Selenyum antioksidan bir mineral olarak tiroit bezini ve vücudu hasarlardan korur. Ay çekirdeği, hinditavuk eti, yumurta, mantar, esmer pirinç, soğan-sarımsak, tahıllar selenyum zenginidir. Hayvansal protein kaynaklarından düzenli tüketin ve yağsız olanlarını tercih edin. Haşimato hastalarında ödeme yatkınlık oluştuğu için su tüketimi önemli. Brokoli, lahana, turp, Brüksel lahanası gibi tiroit bezinin çalışmasını azaltan guatrojenik besinleri tüketmemeye çalışın. Çay-kahveyi azaltın. Taze sebze-meyve yiyin. Az ve sık beslenin.
Sonuç olarak her otoimmün hastalıkta olduğu gibi Haşimato hastalığında da şeker, un ve glüteni sınırlı, selenyum, probiyotik ve Omega-3’ü bol beslenmekte yarar var. Selenyum takviyeleri ve glutatyon desteğinden de istifade edilmeli.
Haşimato tedavi edilmezse, hastalık ilerleyerek ciddi sıkıntılara yol açabiliyor. Kısırlık, düşük, doğuştan kusurları olan bir bebek doğurma, yüksek kolesterol, kalp problemleri, ruh sağlığı sorunları görülebiliyor. Tiroid kanseri riski yükseliyor. Öte yandan bu hastalık TİP-1 şeker hastalarında, b12 eksikliği ile ortaya çıkan kansızlık gibi rahatsızlığı bulunanlarda daha çok gözleniyor.
Haşimato tiroidi tanısı alanlar bunun ömür boyu süren bir hastalık olduğunu bilmeli. Tedavi altında istisnai vakalar hariç hastalık sonlanmaz. Yapılacak tedavi, tiroit yetersizliği (hipotiroidi) gelişmişse vücuda dışarıdan tiroit hormonu vermektir. Sevindirici olan ise bu tedavi ile tiroit hormonu yetersizliğinin vücuttaki negatif etkileri ortadan kaldırılır.
Hipertiroidinin yani tiroit bezinin aşırı hormon ürettiği hallerin ne gibi belirtileri olduğunu az çok bilmemiz gerekiyor. O belirtiler neler mi?
Haşimato hastalığı bir salgın hızı ile yaygınlaşıp hipotiroidi ile boğuşanların sayısı artınca tiroidin çok çalıştığı hipertiroidi sorununun pabucu dama atıldı. Oysa hipertiroidi de en az hipotiroidi kadar mühim. Ayrıca Haşimato da her zaman hipotiroidi ile seyretmiyor, bazen hipertiroidi ile de başlayabiliyor. İşte bu nedenle hipertiroidinin yani tiroid bezinin aşırı hormon ürettiği hallerin ne gibi belirtileri olduğunu da az çok bilmemiz gerekiyor.
◊ Hastalık teşhis edildikten sonra iyot, tuz ya da tuz ihtiva eden herhangi bir ilaç kullanmamalısınız.
◊ Hormon desteği alsanız bile en az yılda bir kez tıbbi değerlendirmeden geçmelisiniz.
◊ Tiroit hormonu yanında selenyum desteğinden faydalanmanız hastalığı kontrol altına almaya yardımcı olabilir.
◊ İlacınızı aç karnına alın (tiroit hormonları aç karnına alındıklarında daha iyi emiliyorlar). Eğer midenize zarar verirse tok karnına da kullanabilirsiniz ama dozun mutlaka buna göre ayarlanması gerektiğini aklınızda bulundurun.
◊ Tiroit haplarınızı demir ve kalsiyum içeren hapları ile aynı anda almayın. Ayrıca aç karnına kullanılan mide haplarını da bir başka öğünde almaya çalışın.
◊ Gebe kalırsanız bunu doktorunuzla görüşün. Gebelik süresince ve doğum sonrasında doktorunuzun daha dikkatli bir kontrol planı oluşturması gerekir.
◊ Haşimato hastalarının depresyon, diğer bağışıklık sistemi hastalıkları ve kronik yorgunluk sendromuna daha sık yakalandıklarını unutmayın.
Bu hastalığa paçanızı bir defa kaptırdınız mı kolay kolay kurtulamıyorsunuz. Kadını da erkeği de ilgilendiriyor ama nedense hastaların yüzde 90’ı kadın. Bunda kadınların strese daha sık maruz kalmalarının ve hassas duygusal yapılanmalarının da payı olmalı…
Haşimato çok yaygın bir tiroit hastalığı. Bağışıklık sisteminin şaşkınlaşıp aşırı “oto-antikor” üreterek kendi organlarına, öncellikle de tiroit bezine saldırmasının tatsız ve genellikle de kalıcı, yani ömür boyu sürebilen bir sonucu. Peki neden bu kadar sık görülen bir sorun oldu? Neden tedavisinde de bu kadar zorluk çekiliyor? Neden onu yenmek bu kadar zor bir iş?
Bana göre esas nedeni bağışıklık sistemimizi tahrip ve tahrik eden besinler (glüten!), toksinler (bisfenol!), kozmetikler (botoks!) ve stres yoğunluğudur.
Hastalık bazen “hipo”, bazen “normo”, bazen de “hipertiroidi” formunda seyrediyor. Ama en çok görüleni “hipotiroidi” yani tiroidi tembel, yetersiz düşüreni oluyor. Peki teşhisi nasıl konuluyor?
Haşimatonun tanısı Anti–TPO testi ile konuyor. Zira hastalıkta ilk etkilenen tiroit hormonunu üreten TPO enzimine karşı oluşan antikorlar oluyor. Takibi ise T3, T4, TSH ve ultrasonografik tetkikler ve ölçümlerle yapılıyor.
TSH normalse kişi sadece izlemeye alınıyor. TSH yüksekse takviye hormona başlanıyor.
Tehlikeli, korkutucu bir hastalık sayılmaz. Yeter ki düzenli izlensin. Yeter ki hastalar verilen takviye tiroit hormonunu usulüne uygun kullansın. Peki beslenme düzeninde bir değişiklik yapmak gerekiyor mu? Her otoimmün hastalıkta olduğu gibi Haşimato hastalığında da şeker, un ve glüteni sınırlı, selenyum, probiyotik ve Omega-3’ü bol beslenmekte yarar var. Selenyum takviyeleri ve glutatyon desteğinden de istifade edilmeli.
Haşimato tiroiditiniz varsa sigara içmeyin, çünkü sigara içenlerde hastalığın kontrolü zorlaşıyor.
Ayrıca anneniz, ablanız ya da teyzenizde Haşimato hastalığı varsa sigara kullanmanız Haşimatoya sizin de yakalanma olasılığınızı yükseltiyor. Haşimato hastalarının iyotlu yiyeceklerden uzak durmalarında da fayda var.
İyotlu ilaçlardan, iyot içeren radyolojik kontrast maddelerinden, iyotlu tuzdan uzak kalmaları gerekir. Ancak bu dikkati “iyot içerdiği için deniz ürünlerini, mesela balığı bile yememek” gibi anlamsız noktalara sürüklememek gerekiyor.
Bu hastalığa yakalananların tiroid papiller kanserine yakalanma olasılıkları arttığı için belirli aralıklarla –özellikle nodül varsa- ultrasonografik kontrollerden de geçmeleri gerekiyor.
Selenyum desteği kullanmak Haşimato tiroiditinin kontrolünü kolaylaştırıyor. Bu nedenle günde 50 mikrogram kadar selenyum kullanmak yeterli oluyor.
Son yıllarda Haşimato hastalarının daha az gluten tüketmeleri, gluten zengini besinlerden (tahıl ürünleri) uzak durmaları da tavsiye ediliyor. Bu fikrin daha detaylı incelemelerle de desteklenmesi gerekiyor. Yani henüz kesinleşmiş bir bilgi değil.
Kanaatime göre yine de dikkate almalı, Haşimato hastalarını daha az gluten tüketmeleri konusunda uyarmalıyız.
Neden net ve açık olarak bağışıklık bozukluğu! Bağışıklık sisteminin ayarının altüst olması, bizi dış ve iç düşmanlardan koruması gereken bağışıklık askerlerimizin kendi sağlam dokularına da savaş ilan etmesi.
Çok değil 40-50 yıl evvel çok nadir görülen haşimato hastalığında da tıpkı obezite gibi ciddi bir patlama var.
Aynı yoğunluk bazı romatizmal hastalıklarda (fibromiyalji, lupus), cilt hastalıklarında (sedef, vitiligo), solunum hastalıkları (astım) ve sinir sistemi hastalıkları (nöropatiler) gibi diğer “otoimmün bağlantılı” hastalıklar için de söz konusu.
Peki neden? Ne oldu da bunlar birdenbire öne çıktılar? Neden net ve açık olarak bağışıklık bozukluğu! Bağışıklık sisteminin ayarının altüst olması, bizi dış ve iç düşmanlardan koruması gereken bağışıklık askerlerimizin kendi sağlam dokularına da (tiroid, cilt, eklem) savaş ilan etmesi!
Yani bir çeşit “kendi ayağına kurşun sıkan biri” durumuna düşmesi. Bu tatsız gelişmeleri otoimmün bozukluk adı altında toplamak ve bu sorunlarla tek tek uğraşırken aynı zamanda bu bozulmaya yol açan “ortak nedenleri bulup” onları bir bir ayıklamak daha doğru bir yaklaşım olabilir.
Sizde ya da ailenizden birinde Haşimato tiroiditi varsa, özellikle anneniz, kız kardeşleriniz ile teyzelerinizin de Haşimato hastalığı yönünden detaylı bir incelemeden geçirilmesi lazım.
Haşimato tiroiditi bir bağışıklık sorunu ama oluşumunda genetik eğilimin de rol oynadığı kesin. Eğer sizde ya da ailenizden birinde Haşimato tiroiditi varsa, özellikle anneniz, kız kardeşleriniz ile teyzelerinizin de Haşimato hastalığı yönünden detaylı bir incelemeden geçirilmesi lazım. Bu araştırmayı, aileniz veya sizde oto-immün bir hastalık, yani bağışıklık sapkınlığı sorunu ile ilişkili herhangi bir hastalık varsa da mutlaka yapmak gerekiyor.
Cinsiyet, Haşimato hastalığına yakalanmada önemli bir belirleyicidir ve kadınların bu hastalığa yakalanma riskleri 5-10 kat daha yüksektir.
Bu olasılık, orta yaşlı kadınlarda daha da fazladır. Bununla birlikte Haşimato hastalığının, erkekleri de yakalayabileceğini unutmamak gerekiyor.
Haşimato tiroiditinde en sık görülen kronik seyir, hastalığın sessiz ve derinden giden “hipotiroidi” formudur. Bu hastalıkta ilerleyici bir kilo alma sorunu, gösterilen onca çabaya rağmen kilo vermede zorlanma, halsizlik gibi pek de tiroit hastalığını düşündürmeyen belirtiler ön plandadır.
Eğer, tahrip olan tiroit dokusu fazlaysa, hipotiroidi belirtileri daha da şiddetlenir. Bu durumda, hastaların şikâyetlerine, cilt kuruluğu, ciltte solukluk ve matlaşma, saç kırılma ve dökülmeleri, kabızlık, ses kalınlaşması, üşüme gibi yakınmalar da eklenir.
Menopoz sürecine yaklaşan ya da bu dönemi yaşamaya henüz başlayan bir kadında kilo almaların, şişme ve yorgunlukların, müphem kas ve eklem ağrılarının Haşimato ile ilgili bir hipotiroididen kaynaklanabileceği başlangıçta pek akla gelmez.
Haşimatoya bağlı tiroiditinin ilk ve tek belirtisi, sebebi bulunamayan bir “bellek azalması” da olabilmektedir. Bu durum özellikle ileri yaşlarda tehlikeli ve ağır seyredebildiğinden dikkatli olunmalıdır.
Haşimato tiroiditini muayene ile teşhis etmek kolay değildir. İlk belirtisi elle muayenede saptanan ağrısız bir tiroit bezi büyümesidir. Doktorunuz, Haşimato tiroidi olduğunuzu düşündüğünde, bunu doğrulayıcı bazı kan testleri isteyecektir.
Araştırmalar, Anti-TPO antikorlarının hastaların yüzde 95’inde yükseldiğini ve yüzde 60’ında da Anti-Tg antikoru testinin pozitif çıktığını göstermektedir.
◊ Hastalık teşhis edildikten sonra iyotlu tuz veya iyot ihtiva eden herhangi bir ilaç kullanmamalısınız.
◊ Hormon desteği alsanız bile en az yılda bir kez tıbbi değerlendirmeden geçmelisiniz.
◊ Tiroit hormonu yanında selenyum desteğinden faydalanmanız hastalığı kontrol altına almaya yardımcı olabilir.
◊ İlacınızı aç karnına alın (tiroit hormonları aç karnına alındıklarında daha iyi emiliyorlar.) Eğer midenize zarar verirse tok karnına da kullanabilirsiniz ama dozun mutlaka buna göre ayarlanması gerektiğini aklınızda bulundurun.
◊ Tiroit haplarınızı demir ve kalsiyum içeren hapları ile aynı anda almayın. Ayrıca aç karnına kullanılan mide haplarını da bir başka öğünde almaya çalışın.
◊ Gebe kalırsanız bunu doktorunuzla görüşün. Gebelik süresince ve doğum sonrasında
doktorunuzun daha dikkatli bir kontrol planı oluşturması gerekir.
◊ Haşimato hastalarının depresyon, diğer bağışıklık sistemi hastalıkları ve kronik yorgunluk sendromuna daha sık yakalandıklarını unutmayın.
Bağışıklık sapması sonucu gelişen tiroiditlerin en sık görüleni “Haşimato tiroiditi”dir. Yaklaşık 100 yıl kadar önce Japon doktor Hakaru Hashimoto tarafından tanımlanan bu tip kronik tiroiditleri son yıllarda daha çok görüyoruz.
Haşimato tiroiditinin önemli bir özelliği “sessiz ve derinden giden bir hastalık” olması, hastalığa yakalananlarda ciddi bir rahatsızlık yaratmamasıdır. Bu nedenle, hastalığı “sessiz tiroit iltihaplanması” gibi tanımlayanlar da vardır. Haşimato tiroiditi nadiren “hipertiroidi” tablosu ile ortaya çıkar.
Haşimato’nun teşhisi kolaydır
Haşimato tiroiditini muayene ile teşhis etmek kolay değildir. İlk belirtisi elle muayenede saptanan ağrısız bir tiroit bezi büyümesidir. Doktorunuz, Haşimato tiroidi olduğunuzu düşündüğünde, bunu doğrulayıcı bazı kan testleri isteyecektir.
Araştırmalar, Anti-TPO antikorlarının hastaların yüzde 95’inde yükseldiğini ve yüzde 60’ında da Anti-Tg antikoru testinin pozitif çıktığını göstermektedir.
Haşimato kilo kontrolünü bozar
Haşimato tiroiditinde en sık görülen kronik seyir, hastalığın sessiz ve derinden giden “hipotiroidi” formudur. Bu hastalıkta; ilerleyici bir kilo alma sorunu, gösterilen onca çabaya rağmen kilo vermede zorlanma, halsizlik gibi pek de tiroit hastalığını düşündürmeyen belirtiler ön plandadır.
Eğer, tahrip olan tiroit dokusu fazlaysa, hipotiroidi belirtileri daha da şiddetlenir. Bu durumda, hastaların şikayetlerine cilt kuruluğu, ciltte solukluk ve matlaşma, saç kırılma ve dökülmeleri, kabızlık, ses kalınlaşması gibi yakınmalar da eklenir.
Menopoz sürecine yaklaşan ya da bu dönemi yaşamaya yeni başlayan bir kadında kilo almaların, şişme ve yorgunlukların, müphem kas ve eklem ağrılarının Haşimato ile ilgili bir hipotiroididen kaynaklanabileceği başlangıçta pek akla gelmez.
Haşimato’ya bağlı tiroiditinin ilk ve tek belirtisi, sebebi bulunamayan bir “bellek azalması” da olabilmektedir. Bu durum özellikle ileri yaşlarda ağır seyredebildiğinden dikkatli olunmalıdır.
Haşimato tirodi, sık rastlanan, tiroid yıkımının meydana geldiği otoimmün bir hastalıktır. Tiroid peroksidaz (TPO) ve tiroglobuline (TG) karşı artan antikor seviyeleri tiroid hormonlarının seviyesinde ve metabolizmasında değişikliklere neden olur ve fiziksel ve psikolojik semptomlara yol açar. En belirgin haşimato belirtileri; sıklıkla kilo alma, cilt kuruluğu, kolay üşüme, yorgunluk ve kabızlıktır. Bu hastalığın gelişmesinde en önemli etken genetik faktörler iken sigara, alkol, yetersiz veya aşırı beslenme, stres gibi çevresel faktörler de katkıda bulunabilir. Uygun beslenme tedavisi hastalığın gidişatını olumlu yönde etkiler.
Tiroid fonksiyonun azalması nedeniyle dinlenme metabolizma hızı azalır, bu durum vücut ağırlığında ve yağ dokusunda artışa neden olabilir. Fazla kilo durumu var ise fiziksel aktivitenin artırılması, ılımlı kalori kısıtlamasıyla beslenme tedavisi gibi yaşam tarzı değişikliğine gidilmelidir. Beslenme tedavisinde yeterli protein tüketimi sağlanmalıdır. Protein kaynağı olarak et, tavuk, hindi, balık, yumurta gibi işlenmemiş ürünler tercih edilmelidir.
Haşimato tiroidinde sıklıkla bağırsak geçirgenliği artar bu da demir ve diğer minerallerin de emiliminin bozulmasına neden olur ve eksiklik görülebilir. Tiroid hormonlarının üretiminde demir gereklidir ve eksikliği, demirin gerekli olduğu tiroid peroksidaz aktivitesini bloke eder. Sonuç olarak, tiroid hormonlarının sentezinde bir azalma, TSH seviyesinde ve bez hacminde artış gözlenir. Anemi gelişmişse gerekli takviyenin yapılmasının yanında beslenmeye kırmızı et, tavuk, balık, yeşil yapraklı sebzeler gibi demir kaynaklarının eklenmesi de büyük önem taşır.
İyot, tiroidin düzgün çalışması için gerekli bir mineraldir aynı zamanda aşırı alımı tiroid fonksiyonlarının yavaşlamasına neden olur. Dünya Sağlık Örgütü’nün günlük 5 g tuz önerisini aşmadan iyotlu tuz tercih edebilirsiniz.
Selenyum tiroid bezinin sağlıklı işleyişi için gerekli bir elementtir. Beslenmede yumurta, ayçekirdeği, balık, tavuk, hindi gibi selenyum kaynaklarına yer verilmelidir aynı zamanda hekim kontrolünde selenyum takviyesi alınabilir.
Çinko tiroid hormonlarının üretiminde rol oynar ve eksikliği, tiroid hormonlarının düzeylerinde bozulmaya ve tiroid antijenlerine karşı antikor titrelerinde artışa neden olur. Bu nedenle kabak çekirdeği, hindi eti, kaju, keten tohumu, tam tahıllı ekmek, karabuğday gibi zengin çinko kaynakları beslenmeye eklenmelidir.
Hastaların sıkça canını sıkan sağlık sorunlarından biri olan Haşimoto Tiroidit’i, bağışıklık sisteminin tiroit hücrelerine karşı saldırıya geçmesiyle başlar. Birdenbire tiroit hormonlarını üreten hücrelerin kendi bedenine ait olmadığı yanılgısına düşen bağışıklık sistemi, onları yok etmeye çalışır. Onlara karşı “antikor” isimli tahrip edici bazı proteinler (anti TPO, anti TG) üretir. Tiroit bezi kısa sürede adeta içten içe yanan bir yangın yerine dönüşür.
Antikorlar doğrudan tiroit bezini hedef aldığından vücudun başka bir bölümünde sorun ortaya çıkmaz. Bu tür hastalıklara “otoimmün” adı verilmesinen sebebi de, bağışıklık sisteminin kendi bedeninin hücrelerine saldırmasıdır.
Eğer tiroit bezinin hormon üretimi etkilenirse, tiroit bezi az ya da çok çalışarak klinik belirtiler oluşur. Aniden ortaya çıkan hasar yüzünden çok fazla miktarda tiroit hormonu kana karışırsa “hipertiroidi” veya yeteri miktarda hormon yapılmadığında “hipotiroidi” ortaya çıkar.
Kısacası bu hastalıkta tiroit bezi normal hormon üretimini sürdürebildiği gibi (ötiroid), yetmezlik/hipotiroidi veya aşırılık/hipertiroidi tabloları da oluşturabilir.
Kadınlarda daha sık görülen, ağır ve ani üzüntüler, kayıplar, depresyon, hamilelik sonrası, menopoz dönemi gibi zamanlarda ortaya çıkma ihtimali çoğalan Haşimato hastalığı, genellikle ciddi bir belirti vermez. Çoğu kez hastalar ağrı, ateş, yutma güçlüğü gibi belirtileri olsa bile fark etmezler.
Muayenede ise normalden büyükçe bir tiroit bezi ele gelebilir. Tiroit işlevleri araştırılırken veya kilo fazlalığı, kolesterol yüksekliği, yorgunluk, depresyon, eklem ve kas ağrıları, bellek problemleri nedeniyle incelenirken farkına vardığımız pek çok Haşimato olgusu vardır.
Ultrasonografik tanı yönteminin yaygınlaşması, tiroit bezinde oluşan değişikliklerin daha rahat tanımlanmasını ve Haşimato hastalığının teşhisinin kolaylaşmasını sağladı. Kanda antikor testleri de sanki hastalığın sıklaştığı izlenimini uyandıracak kadar yaygınlaştı.
Haşimoto hastalığı, diğer otoimmünite sorunları gibi tümüyle ortadan kalkmayan, daha alevli ya da sönük dönemleri olan ama tedavi edilebilir bir hastalıktır. Sessiz ve derinden seyreden, biraz sinsi, altından tiroit nodülü çıkma olasılığı yüksek bir sağlık sorunu olduğu için, uzun süreli bir doktor-hasta işbirliği gerektirdiğini de hatırlatalım.
Haşimato hastalığının tanısı elle muayene ile başlar. Doktor hastanın boğazını muayene eder. Haşimatonun belirtilerini ortaya çıkarmaya yönelik sorular sorar. Bundan sonra tiroit ultrasonografisi yapılır. Tiroit ultrasonografisinde aranan, haşimato hastalığının tiroit dokusuna ne kadar hasar verdiği ve nodül gelişip gelişmediğidir. Nodül, tiroit içerisinde bulunmaması gereken yumrulardır. Bunun neticesinde de nodül varsa kanser riski yüksek hastalık grubundan olduğundan dolayı, o nodüle dönük incelemelerin yapılması gerekir.
Tiroit ultrasonografisi, nodül tespitinde en etkili yöntemdir. Bunun dışında tiroidin büyümesi ve boyutları ölçülür. Çevresindeki lenf düğümleri incelenir. Ultrasonografiden sonra da tiroit sintigrafisi yapılır. Kalan tiroit doku rezervinin ne kadar olduğunu görmek için, tiroit sintigrafisi birçok hastada yararlı sonuçlar verebilmektedir.
Ayrıca kapsamlı kan testleri yapılmalıdır. Bunların başında da tiroit antikorları ölçülmelidir. İdrardaki iyot miktarına bakarak, vücudun iyot rezervini de görebiliriz. Şeker, yağ, kalsiyum metabolizması bozukluğuna neden olup olmadığına yönelik de kan testleri istenir.
Uzun süreli bir doktor-hasta işbirliği gerektirdiğini de hatırlatalım.
Kadınlarda erkeklere oranla 8 kat daha fazla yaygın olan, sıklıkla 40 ila 60 yaşları arasında görülen haşimato hastalığı, beslenme bozuklukları, gıda alerjileri, kimyasal toksinler, ağır metal zehirlenmesi gibi faktörler tarafından tetiklenir. Belli başlı Haşimato hastalığı belirtilerini şu şekilde sıralanabilir;
Hipotiroidi olan bir hastada halsizlik, yorgunluk, bitkinlik, ani kilo artışı, kilo verememe, üşüme, çabuk yorulma, cilt kuruluğu, bağırsak hareketlerinde yavaşlama, kabızlık, unutkanlık ve depresif duygu durumu gibi belirtiler görülüyor. Hipotiroidisi olan kadınlarda adet kanamaları miktar olarak daha fazla ve daha uzun süreli olabiliyor.
Haşimato hastalığında düşen tiroid hormonu (hipotiroidizm); vücudun organlarının çalışmasını yavaşlatır ve kilo artışına (şişmanlık) neden olur. Bu hastalarda, tiroid hormonu tedavi ile eksiksiz olarak yerine konulmadıkça uzun süre de olsa şişmanlık için yapılan diyetler, ağır spor programları ve kullanılan ilaçlar etkili, faydalı olamıyor.
Çocuklarda Hashimoto hastalığı olursa büyüme gecikmesi, kemik yaşında gecikme ve yüksek kolesterol seviyeleri bulunur.
Aslında Hashimoto Tiroiditi’nde sadece hipotiroidizm durumu görülmez. Eğer antikor salgısı fazla olup tiroit bezi kısa sürede büyük hasar alırsa zarar gören hücrelerden kana aşırı miktarda karışan tiroit hormonları (T4 ve T3) hipertiroidiye (tiroit bezinin fazla miktarda hormon salgılaması durumu) neden olabilir.
Hipertiroidi durumunda ise kilo kaybı, ishal, terleme, çarpıntı, enerji azlığı gibi yakınmalar ön plandadır. Tiroit testleri normalse hastada hiçbir yakınma olmayabilir. Ya da cilt değişiklikleri ve saç dökülmesi görülebilir. Bayanlarda adet bozuklukları da olabilir. Bu durumda gebe kalmada zorluklar olabilir.
Haşimato hastalığına özgün bir diyet bulunmamaktadır. Haşimato hastalığında, birçok hastalıkta olduğu gibi sağlıklı beslenme önemli ve etkili bir tedavi seçeneği oluşturmaktadır.
İyot fazlalığının haşimato hastalığını tetiklediğine dair çalışmalar bulunsa da, bu durumun doğruluğu kesin olarak ortaya koyulmamıştır.
Selenyum alımının hormon yapısını ve vücut sağlığını düzenlediğine dair araştırmalar da yapılmaktadır. Selenyum, haşimato hastalığıyla birlikte vücutta üretimi artan antikorları azaltabilmekte ancak hastalığın gidişatına etki oluşturamamaktadır.
Antioksidanlar bakımından zengin meyve ve sebzeler, genel vücut sağlığında iyileşme oluşturabilmekte, bu durum tiroit bezini serbest radikaller olarak adlandırılan moleküllerin zararlarından korumaktadır. Bu nedenle haşimato hastalığı durumlarında, günlük diyetin önemli bölümünü renkli sebze ve meyveler oluşturmalıdır.
Haşimato hastalığında, B vitamini içeriği yüksek besinlerin tüketimi de vücut sağlığı için önemli bir yere sahip olmaktadır. B vitamini bakımından zengin besinler, metabolizmayı düzenlemeye yardımcı olmanın yanı sıra enerji vermektedir.
Tiroit hormonunda yaşanan değişim, hipotiroidine sebep olabilmekte ve bu durum kişide metabolizmanın yavaşlamasına sebep olabilmektedir. Her gün tüketilen kaloriden daha fazlası yakılmadığı zaman kilo alınabilmektedir. Bu bakımdan kilo alınmaması, hatta kilo fazlalığı söz konusu ise, kilo verilmesi amaçlanmalıdır.
Bazen meme gelişmeye başladıktan sonra genetik faktörler nedeniyle genç kızlık dönemlerinde meme çok büyük bir hale gelebilir. Bazen normal boyutlarda olan bir meme hamilelikte hormonal değişiklikler sonucu çok irileşip doğum sonrasında da öyle kalabilir. Bazense bazı hastalıklar, şişmanlama, hormonal ilaçlar kullanma sonucu memeler çok büyüyebilir. Meme büyümelerinde değişen oranlarda memenin hem yağ dokusunda hem de süt bezi dokusunda artış olur. Neden ne olursa olsun çok büyük bir meme birçok sorunu da beraberinde getirir.
Büyük Memenin Yarattığı Problemler
Büyük bir meme haliyle yer çekimine daha çok maruz kalacağı için daha kısa sürede sarkmakta ve görünümü bozulmaktadır. Görünüm bozulması dışında iri bir memenin ağırlığına bağlı hastada sırt ve boyun ağrıları olabilir, Ağırlığa direnç göstermek için boyun kasları gelişip kötü bir görünüme neden olabilir. Kişinin öne doğru eğilmesine yol açıp vücudunun duruşunda bozulmasına hatta omurgada kamburluğa kadar giden deformasyonlara neden olabilir. Sütyen askılarının omuzları kesmesine bağlı yara açılmasına ve bazen kol sinirlerine baskı yapıp elde uyuşmalara yol açabilir. Büyük ve sarkık bir memenin alt bölümünde sürtünme ve terleme sonucu pişikler olabilir, pişikler ilerleyip yaralara dönebilir. Ayrıca büyük ve ağır memeler kişinin fiziksel aktivitesini sınırlayabilir.
Özellikle büyük bir memeye sahip genç kızlarda giysi seçimi konusunda sıkıntı yaşanabilir. Büyük ve sarkık memeler nedeniyle kadının kendini beğenmemesi ve öz güveninin zedelenmesi durumunda, sosyal ve hatta psikolojik sorunlara da neden olabilir.
Ayrıca meme bezi miktarının arttığı durumlarda meme kanseri görülme olasılığı da artar.
Meme Küçültmenin Diğer Estetik Ameliyatlardan Farkı
Meme küçültme ameliyatında amaç büyük olan memeyi küçültüp daha estetik bir görünüm oluşturmak olsa da yapılan ameliyat aslında estetik değil rekonstrüktif bir ameliyattır. Ben ve benim gibi düşünen çok sayıda estetik cerraha göre özellikle çok iri olan memelerin küçültülmesi hastanın ileride oluşabilecek birçok sorununu azalttığı için özel sağlık sigortaları ve devlete ait sağlık kurumları tarafından estetik olarak değerlendirilmemesi yönünde olsa da şimdilik böyle bir uygulama söz konusu değildir.
Meme Küçültmenin Sağladıkları
Meme küçültme ameliyatında, meme kişinin vücut ölçülerine göre küçültülüp yeniden şekillendirilirken memelere doğal bir görünüm kazandırılır. Operasyon hastanın iri memelere bağlı olan şikayetlerini ortadan kaldırıp yaşamını kolaylaştırır.
Ameliyat izleri
Estetik cerrahi tıptaki en hızlı değişen ve gelişen alanlardan biri olsa da izsiz ameliyat mümkün değildir. Bu nedenle kişinin ameliyat konusundaki kafasında oluşan fikirleri ve beklentileri çok önemlidir. Ameliyat öncesi hasta yeterince ve gerçekçi bir şekilde bilgilendirilmelidir. Hasta her konuyu iyice anlamalıdır. Özellikle genç hastaların ameliyata karar verirken ameliyata bağlı izleri ve meme bezlerinde olabilecek hasarlanmayı iyice anlayıp öyle karar vermesi gerekir. Ayrıca genç kızlarda görülen meme büyümelerinde meme küçültülse de bazen tekrar büyüme olabilmektedir.
Meme küçültme ameliyatı özellikle iri ve sarkık memeye bağlı ciddi problemleri olan kişilerde genellikle iyi ve kalıcı sonuç verir. Bu kişilerin ameliyat sonrası memnuniyeti çok fazladır. Ancak memeleri normalden çok fazla iri ve sarkık olmayan veya meme büyüklüğüne bağlı ağrı, yara, pişik gibi şikayeti pek olmayan hastalar sadece küçük memelerden hoşlandıkları için meme küçültme ameliyatı olmuşsa ameliyat sonrası memnuniyeti çok daha düşük olacaktır. Bu gibi hastaların ameliyat olmaması daha iyidir.
Ameliyat Öncesi
Memenin büyüklüğünün boyutu, meme başının ne kadar aşağıda olduğu, meme cildinin yapısı, meme büyüklüğünde meme bezinin ve yağ dokunun oranına kadar tüm faktörler ameliyatın sonrası başarıyı etkileyeceği için dikkatle değerlendirilmelidir. Ameliyat öncesi gerekli testler yapılırken mamografi ve meme ultrasonu da yapılmalıdır.
Ameliyat Teknikleri
Meme küçültme ameliyatı temel olarak meme dikleştirme ameliyatına benzer. Meme dokusunun hacmi azaltılır, fazla olan deri çıkartılır ve meme başı olması gereken yere taşınır. Hangi yöntem uygulanırsa uygulansın meme başı etrafında kesinlikle iz kalır. Geçmişte meme küçültme ameliyatlarında memenin büyüklüğüne göre değişen uzunlukta ters T şeklinde iz kalırken, son zamanlarda uygulanan tekniklerle küçültülecek meme miktarına ve meme başının sarkıklığına göre meme başından aşağıya doğru dik uzanan düz bir iz, dışa bakan L veya küçük bir ters T iz kalmaktadır. Ameliyat sonrası kalan izin şeklini ve miktarını, memenin büyüklüğü, uygulanan ameliyat yöntemi ve meme derisinin özelliği belirler. Meme üzerindeki izler başlangıçta belirgindir ama 1 yıl kadar sonra belli belirsiz hale gelir. Memelerin çok aşırı büyük ve sarkık olduğu kişilerde meme başının altındaki dokuyla birlikte taşınmasında doku ölümü riski çok yüksek olduğu için normalde kullanılan operasyon tekniklerinin uygulanması mümkün olmayabilir. Bu gibi durumlarda meme başı halkasının memeden ayrılıp serbest olarak taşındığı teknik(Thorek Tekniği) kullanılır. ThorekTekniği’nde kalan iz ters T şeklindedir. Sadece memesi büyük ama meme başı normal yerinde olan hastalarda liposuction ile hacimde küçülme sağlanabilir. Fakat memede büyüklükle birlikte sarkma da varsa liposuction ile hacmi azaltmak memedeki sarkmanın iyice artmasına neden olacaktır.
Ameliyat Sonrası
Meme küçültme ameliyatı, ameliyathane koşullarında genel anestezi altında hastanede yapılır, Ameliyat 3-5 saat sürer. Hasta 1-2 gün içinde taburcu edilir Ameliyat sonrası ağrı çok fazla değildir. Genellikle memeye kan birikimini önlemek için dren yerleştirilir. Dren 3. günde çıkarılır. Dikişler 7-10 gün sonra alınır. Hasta genelde 7-10 gün sonra pansumanlı da olsa işine dönebilir. 1 ay özel meme sütyeni giyilir. 3 ay süreyle ağır sporlardan uzak durulmalıdır.
Meme küçültme ameliyatı ile küçültülüp şekillendirilmiş memenin görüntüsü uzun süre için kalıcıdır. Ama kilo alma, hamilelik, süt verme ve yer çekimi gibi nedenler memede ilerde tekrar büyüme ve sarkmalara neden olabilir.
Komplikasyonlar
Tüm ameliyatlarda olduğu gibi meme küçültme ameliyatında da enfeksiyon,kan birikmesi(hematom) gibi bazı istenmeyen durumlar olabilir. Kanama: Nadir bir durumdur, ameliyat sırasında veya ameliyat sonrası dönemde görülebilir. Ameliyat sonrası, meme başı hissinde azalma veya kaybolma olabilir. Memede, meme içindeki bağ dokusu veya yağ nekrozuna bağlı sertlikte görülebilir Meme başında doku ölümü ve yara iyileşmesi problemleri sigara alışkanlığı olanlarda daha sık rastlanır.
Sağlıklı beslenme kansere karşı koruyucu etki yaparken kanser tanısı almış hastalarda da tedavinin en büyük yardımcılarından biri olarak öne çıkıyor. Kemoterapi sürecinde enerjileri en aza inen ve iştahı azalan hastalar doğru bir beslenme planlaması ile zinde kalabiliyor.
Uygun miktarda tüketilecek doğru besinler yaşam kalitesini artırıyor
Kanser tedavisinde kemoterapi sürecinde, hastalığın seyrine olumlu etki yapacak bir beslenme tarzının belirlenmesi çok önemlidir. Bunun için onkololoji uzmanının yanı sıra beslenme ve diyet uzmanından destek alınmalıdır. Hastanın kan değerleri, kemoterapi sonrası yaşadığı süreç ve bağışıklık sisteminin durumuna göre uygulanacak beslenme programı hastanın yaşam kalitesinin artırılmasına olumlu etki yapacaktır.