Belirli bir tür kansere yakalanma olasılığını arttırdığı saptanan nedenler risk faktörü olarak tanımlanırlar. Günümüzde tıp alanında yapılmış olan çalışmalarla henüz meme kanseri nedenleri tespit edilememiş olmasına rağmen, belirlenen bazı risk faktörlerinin meme kanserine yakalanma olasılığını arttırdığı görülmektedir. Risk faktörleri kesin olarak bilgi vermese de kişiye özgü risk durumununun ortaya konmasına ve yüksek riskli hastaların belirlenmesine yardımcı olur. Diğer yandan, bireylerin risk faktörlerini taşımaları, mutlaka ve %100 meme kanserine yakalanacakları anlamına da gelmez. Meme kanseri risk faktörlerine sahip olan birçok kadın, meme kanserine yakalanmamakta, aynı zamanda hiçbir risk faktörü taşımayan kadınlar meme kanseri olabilmektedir. Kısacası, meme kanserine sebep olan etkenler kesin olarak bilinememektedir ve risk faktörlerinin de meme kanserini ne derecede etkileyeceği kişiden kişiye değişiklik göstermektedir. Risk faktörlerinin her hastada neden olduğu etki ve sonuçlarının öngörülebilmesinin kolay olmadığı söylenebilir.
Cinsiyet: Kadınlarda, erkeklere oranla meme kanseri görülme ihtimali çok daha fazladır. Erkeklerde de meme kanseri görülebilmektedir, ancak kadınların meme kanserine yakalanma riski erkeklere göre 100 kat daha yüksektir. Bunun en temel sebebi ise kadınlarda östrojen ve progesteron üretiminin daha fazla olmasıdır. Uzun bir süre östrojene maruz kalmak meme kanseri riskini arttırmaktadır.
Yaş: Kadınlar yaşlandıkça meme kanserine yakalanma riski de artış göstermektedir. İnvaziv meme kanseri tanısı alan hastaların %12’si (8 meme kanserinden biri) 45 yaş altında iken, %67’si (3 meme kanseri hastasından 2’si) 55 yaş üstündedir.
Genetik Faktörler: Meme kanseri olgularının yaklaşık %5-10’u genetik (herediter) geçişlidir. Genetik geçiş demek, mutasyon adı verilen, genlerde oluşan defektlerin doğrudan sorumlu olduğu ve aileden kalıtsal olarak aktarılabilen demektir. Doğrudan genetik geçişin sorumlu olduğunu gösterebildiğimiz böylesi meme kanseri hastalarının oranı bölüm başında da belirttiğimiz gibi tüm meme kanserlerinin ancak %5-10’luk kısmını içerir. Bu konu önemlidir, çünkü böylesi genetik mutasyonları taşıdığı bilinen aile bireylerinin yakınlarının taranması ve yüksek riskli kabul edilerek genetik danışmanlık verilmesi gereklidir.
Meme Kanserinde BRCA 1 ve BRCA 2 genleri: Genetik meme kanserinin bilinen en sık nedeni BRCA 1 ve BRCA 2 genlerinde meydana gelen mutasyondur. Normal hücreler içerisinde bu genler protein üretimi gerçekleştirerek, hücrenin anormal olarak gelişmesini engelleyerek kanseri önlemektedir. Bu genlerin birinde oluşan ya da aileden geçen genetik mutasyon ile meme kanserine yakalanma riski otomatik olarak artış gösterir. Genetik mutasyona uğrayan kadınlarda, diğer kadınlara göre meme kanserine yakalanma yaşı daha da düşmekte ve meme kanserinin her iki memede olma riski de normal meme kanseri hastalarına göre çok daha fazla artmaktadır.Bu hastalarda aynı zamanda özellikle yumurtalık kanseri başta olmak üzere diğer kanserlerin de gelişme riski daha yüksektir. BRCA 1 mutasyonu taşıyan bazı ailelerde yaşam boyu meme kanserine yakalanma riski %80 lerde olmasına karşın, ortalama riskin %55- 65 dolaylarında olduğu söylenebilir. BRCA 2 mutasyonu taşıyan kadınlarda meme kanserine yakalanma riski biraz daha düşüktür ve %45 düzeylerindedir.
Diğer Genlerde Meydana Gelen Değişiklikler: Çok daha nadir olarak karşılaşılan, başka genlerde meydana gelen mutasyonlarda meme kanserine yakalanma riskini arttırabilmektedir. Nadir görülen bu gen mutasyonları BRCA genleri kadar yüksek oranlarda meme kanseri oluşumunda etkili olmamaktadır.
ATM Geni: ATM geni, normal şartlar altında zarar gören DNA’nın onarılmasını sağlamaktadır. Bu genin genetik mutasyona uğrayan bir kopyası bazı ailelerde meme kanserine sebep olabilmektedir. Bu genin 2 kopyasında oluşan mutasyon, ataksi-telenjektazi adlı genetik geçişli hastalığın oluşumunda rol oynar.
TP53 Geni: Bu gen, anormal hücre gelişiminin engellenmesi için p53 proteininin üretilmesini sağlamaktadır. Bu genin genetik mutasyona uğraması sonucunda Li Fraumeni sendromu ortaya çıkabilmektedir. Li Fraumeni sendromu ise birçok kanser türüne (lösemi, beyin tümörü, kemik ve yumuşak doku sarkomları gibi) olduğu gibi meme kanserine de sebebiyet verebilmektedir. Ancak bu gen sebebiyle oluşmuş olan meme kanseri vakaları oldukça azdır.
CHEK2: Lİ Fraumeni sendromu bu gende de mutasyon meydana gelmesi sonucu oluşabilmektedir. Gen mutasyona uğradığında herhangi bir rahatsızlık görünmese de meme kanseri riski 2 katına çıkmaktadır.
PTEN: Bu gen, normalde hücre büyümesinin düzenlenmesinde etkili olan bir gendir. PTEN geninde bir mutasyon meydana gelmesi Cowden hastalığına yol açabilmektedir ve meme kanseri riskini otomatik olarak arttırmaktadır. Cowden hastalığında ayrıca sindirim sistemi, tiroid, uterus ve over tümörleri sıklığı da artar.
CDH1: Bu gende meydana gelen mutasyon normal mide tümörlerinden farklı olarak daha erken yaşlarda kendini gösteren ve herediter diffüz mide kanseri olarak adlandırılan tümöre neden olmaktadır. CDH1 adlı mutasyona sahip kadınlarda ayrıca invaziv lobüler meme kanserine yakalanma oranı yükselmektedir.
STK11: Bu gendeki defekt normalde Peutz-Jeghers sendromuna neden olur. Bu sendroma sahip hastalarda dudaklarda, ağızda pigmente lekeler oluşur. Üriner sistem ve sindirim sisteminde juvenil polip adı verilen polipler oluşur. Aynı zamanda STK11 gen mutasyonu diğer genlerde olduğu gibi meme kanseri riskini de arttırmaktadır.
Ailesinde yakın akrabalarında meme kanseri görülmüş olan kişilerin meme kanserine ve yumurtalık kanserine yakalanma ihtimali daha yüksek olmaktadır. Özellikle anne, kız kardeş veya kızı gibi 1. dereceden akrabalarında meme kanseri görülen kişilerin, meme kanserine yakalanma oranı diğer kadınlara göre 2 kat yüksektir. Birinci dereceden yakın akrabalarda 2 kişinin meme kanserine yakalanmış olması, riski 3 katına çıkarmaktadır. Aynı zamanda ailesinde baba ya da erkek kardeşinde meme kanseri olan kadınların, meme kanserine yakalanma riski bulunmaktadır. Ancak yapılmış olan araştırmalara göre, meme kanseri vakaları içerisinde ailesinden aldığı genler sebebiyle meme kanserine yakalanan kadınların oranı sadece % 15’dir. Bir başka deyişle, meme kanseri hastalarının %85’inin ailesinde meme kanseri öyküsü bulunmamaktadır. Bu nedenle ailesinde meme kanseri bulunan kişiler kesinlikle meme kanseri olacaklarını düşünmemelidir. Ailesinde meme kanseri olan kadınlar, tüm kadınlar gibi kontrollerini yaptırmalıdır. Bu noktada kişiye özel tarama tetkikleri uygulanabilir. Amaç, gelişebilecek meme kanserinin tanısını erkenden koymaktır. Meme kanserinde erken tanı için taramanın önemi akıldan çıkarılmamalı, ailesel riskin zaten toplumda oldukça yüksek ve kadınların en sık görülen kanseri olan meme kanserinde riski bir miktar daha arttırdığı hatırlanmalıdır. Kadınlar taramalarını, aile öyküsü nedeniyle değil, kadınların en sık görülen kanseri meme kanseri olduğu için önemsemelidirler.
Meme kanserinde, aile geçmişinin yanı sıra, kişisel geçmişte oldukça önemli olmaktadır. Daha önce bir memesinde kanser tespit edilmiş olan bir kadının, aynı memesinde ya da diğer memesinde kanser oluşumu hiç meme kanserine yakalanmamış olan kadınlara göre 3-4 kat daha yüksektir. Bu nedenle daha önce meme kanseri tedavisi görmüş olan kadınların da düzenli meme kontrollerini ihmal etmemeleri gerekmektedir.
Memenin yapısını yağ dokusu, fibröz doku ve glandüler doku oluşturur. Yoğun bir meme dokusu ise glandüler ve fibroz dokunun yağ dokusundan daha fazla olması anlamına gelmektedir. Yoğun bir meme dokusuna sahip olan kadınların meme kanserine yakalanma riski daha fazla olmaktadır. Yoğun meme dokusu radyolojik incelemelerde ve çekilen mamogramlarda kesin sonuç alınmasına da engel teşkil etmektedir. Meme dokusunun yoğunluğunu,
Bazı selim (iyi huylu) meme lezyonlarına sahip kadınlarda meme kanseri riskinin arttığı düşünülür. Genellikle selim (iyi huylu) meme hastalıklarını, meme kanseri ile olan ilişkileri ve oluşturdukları risk açısından 3 gruba ayırarak inceleyebiliriz;
Proliferatif olmayan lezyonlar:
Bu durumlar meme dokusunu oluşturan hücrelerde sıradışı bir büyümenin olmadığı durumlardır. Meme kanseri riskini arttırmadıkları veya dikkate değer ölçüde etkilemedikleri düşünülür.
Proliferatif olmayan meme değişimleri şunlardır;
Bu durumlarda memenin süt bezlerinde veya süt kanallarında sıradışı / aşırı hücre büyümesi görülür. Meme kanseri riski normale göre 2 kata kadar artış gösterebilir.
Atipili proliferatif lezyonlarda memeyi oluşturan süt bezleri veya kanalları düşeyen hücrelerde normal olmayan değişimler mevcuttur. Bu durumlarda meme kanseri riski artar. Risk normale gore 3.5-5 kat daha yüksektir. Atipili proliferatif lezyonlar şunlardır;
Ailesinde meme kanseri öyküsü bulunan ve hiperplazi / atipik hiperplazi saptanan kadınların meme kanserine yakalanma riskleri daha yüksektir.
Lobüler karsinom, oluştuğu yerle sınırlı kalan ve kanser hücreleriyle benzerlik gösteren bir durumdur. Lobüler karsinom, genellikle süt üretilen meme bezlerinde gelişir ve lobüllerin duvarına doğru büyüyerek yayılım özelliği göstermez. Sıklıkla invaziv olmayan ve duktal karsinoma in situ denilen kanser türü ile birlikte sınıflandırılır. Duktal karsinoma in situdan farklı olarak tedavi edilmediği takdirde invaziv kansere dönüşüm göstermesi beklenmez. Lobüler karsinoma in situ saptanan kadınlarda meme kanseri gelişme riski 7-11 kat daha yüksektir. Bu nedenle düzenli mamografi çekimleri önemsenmeli ve doktor kontroleri ihmal edilmemelidir.
Menstrüel siklüs sayısı daha fazla olan kadınlarda meme kanseri riskinin bir miktar arttığı söylenebilir. Daha uzun süreli adet görme ile, ilk adet yaşının 12 yaşından önce, menopoz yaşının 55 yaşından sonra olması kastedilir. Artan riskin, yaşam boyunca daha uzun süreyle östrojen ve progesteron hormonuna maruz kalmaktan kaynaklandığı düşünülür.
Göğüs Duvarına Uygulanan Radyoterapi Meme Kanserine Neden Olur mu?
Meme kanseri dışında başka bir kanserin (Hodgkin hastalığı veya non-Hodgkin lenfoma) tedavi edilmesi için göğüs kısmından radyasyona maruz kalmış olan kişilerin de ne yazık ki meme kanserine yakalanma riskleri oldukça fazladır. Bu risk genellikle hastanın radyasyonu aldığı yaşa göre değişiklik gösterebilmektedir. Hastaya radyasyon ile birlikte kemoterapi de verildiyse, kemoterapi over üretimini kısa bir süre durdurduğu için hormon üretimi de durmakta ve risk azalmaktadır. Göğüs bölgesine uygulanan radyasyon tedavisinin memelerin gelişme dönemine denk geldiği durumlarda meme kanseri gelişme riski en yüksek düzeye çıkmaktadır. Bununla birlikte eğer hasta 40 yaş sonrasında göğüs bölgesinden radyasyon tedavisi gördüyse, meme kanseri riski herhangi bir şekilde artmamaktadır.
Hiç doğum yapmamış ya da 30 yaşından sonra doğum yapmış olan kadınlarda, meme kanserine yakalanma oranında bir miktarda olsa artış meydana gelmektedir. Çok fazla hamilelik geçiren, erken yaşlarda doğum yapan kadınlarda ise yaşam boyu toplam adet sayısında bir azalma meydana geldiği için tam tersi bir şekilde meme kanseri riskinde bir azalma söz konusu olmaktadır. Aynı zamanda erken yaşta yani 12 yaşından önce adet olan ve 55 yaşından sonra menopoza giren kadınlarda da meme kanseri riskinde bir artış gözlemlenmektedir.
Yapılan araştırmalara göre, bebeğini emziren annelerin meme kanseri yakalanma riski bir miktar düşmektedir. Özellikle 1,5- 2 yıl civarı emziren anneler için risk oranı oldukça düşüş göstermektedir.
Doğum kontrol hapı kullanan kadınların, hiç kullanmayan kadınlara göre meme kanseri riski çok küçük de olsa arttığı söylenebilir. Ancak doğum kontrol hapı kullanımı sebebiyle ortaya çıkan bu risk, hapın kullanımının bırakılması ile ortadan kaybolmaktadır. Doğum kontrol hapı kullanımının üzerinden 10 yıl gibi bir süre geçmesi hapın sebep olduğu riski tamamen ortadan kaldırmaktadır. Doğum kontrol hapı kullanmak isteyen kadınlar, diğer risk faktörlerine de sahiplerse, hekimleri ile bu konuyu detaylı bir şekilde konuşmalıdırlar.
Depo-medroksiprogesteron asetat (DMPA; Depo-Provera®): Progesteron hormonunun enjektabıl formudur. Gebelikten korunma amacıyla 3 ayda bir uygulanır. Çok az sayıda çalışma ile DMPA ile meme kanseri ilişkisi incelenmiştir. DMPA kullanımı sırasında az da olsa meme kanseri riskinin arttığı bildirilse de, 5 yıldan uzun kullanılmadığı durumlarda risk artışı bulunmamaktadır.
Menopoz şikayetlerinin iyileştirilmesi ve osteoporozun önlenmesi için östrojen hormonu (sıklıkla progesteron ile kombine edilir) yıllarca kullanılmıştır. Eski çalışmalarda sağlıkla ilgili diğer yararları olabileceği de belirtilse de daha iyi planlanan güncel çalışmalarda bu yararlar gösterilememiştir. Bu tedavi şekli yıllarca postmenopozal hormon tedavisi, hormon replasman tedavisi, menopozal hormon tedavisi gibi çeşitli isimlerle adlandırılmıştır.
Genel olarak 2 tür hormon tedavisi mevcuttur. Uterusu (rahim) yerinde duran kadınlarda östrojen ve progesteronun birlikte kullanıldığı ve kombine hormon tedavisi olarak adlandırılan tedavi şekli tercih edilir. Östrojen tek başına uterus (endometrium) kanseri riskini arttırdığından progesteron ile birlikte kullanılır. Rahim ameliyatı ile birlikte (histerektomi) uterusu alınan kadınlarda böylesi bir risk sözkonusu olmayacağı için tek başına östrojen kullanılabilir ve bu tedavi şekli östrojen replasman tedavisi veya östrojen tedavisi olarak adlandırılır.
Menopoz sonrasında kombine hormon kullanımı meme kanseri riskini arttırır. Aynı zamanda meme kanserinden ölüm riskini de arttırır. Bu risk artışı en az 2 yıl kullanım ile ortaya çıkar. Kombine hormon tedavisi ayrıca meme kanseri tanısının daha ileri evrede konulma olasılığını da yükseltir.
Kombine hormon tedavisine bağlı bahsedilen risk artışı, ilaç kullanım sırasında sözkonusudur. Meme kanseri risk artışı, menopoz sonrası kullanılan kombine hormon tedavisinin kesilmesinden 5 yıl sonra normal popülasyon düzeyine iner.
Normalde insanlarda bulunan hormonlara benzer kimyasal yapıda olan ve “bioidentik – biyobenzer” olarak adlandırılabilecek östrojen ve progesteron benzeri preperatlar mevcuttur. Bu hormonlar, menopoz belirtilerini ve şikayetlerinin tedavisini ortadan kaldırmak amacıyla pazarlanmaktadır. Biyobenzer, doğal ve sentetik hormonları karşılaştıran az sayıda çalışma mevcut olsa da, aynı amaç için pazarlanan bu ilaçların / ürünlerin etkinlik ve güvenlik açısından birbirlerinden çok farklı oldukları söylenemez. Biyobenzer hormonların, sağlık açısından diğer hormon türleriyle benzer riskleri taşıdığı kabul edilmelidir.
Tek başına östrojen hormonu kullanımı, meme kanseri riskini arttırmaz. Hatta bazı çalışmalarda daha öncesinde uterusu ameliyatla alınan (histerektomi) ve östrojen kullanan kadınlarda meme kanseri riskinin daha düşük olduğu gösterilmektedir. Östrojen kullanan kadınlarda inme ve kanın pıhtılaşmasıyla ilgili problemler daha sık olmakdır. Ayrıca, bazı çalışmalarda östrojen tedavisinin
10 yılın üzerinde kullanımı ile yumurtalık (over) kanseri riskinin arttığı bildirilmiştir.
Menopoz bulgularının kısa süreli iyileştirilmesi dışında, gerek kombine hormon tedavisi, gerek östrojen tedavisinin menopoz sonrasında kullanımını destekleyecek az sayıda güçlü nedenler bulunmaktadır. Meme kanseri riskinin artışı yanında, kombine hormon tedavisi kalp hastalığı, inme ve kan pıhtılaşması gibi riskleri de arttırmaktadır. Kombine hormon tedavisi, kalın barsak kanseri (kolorektal kanser) ve kemik erimesi (osteoporoz) risklerinde azalma sağlar. Günümüzde osteoporoz önlenmesi ve tedavisinde etkin diğer seçeneklerin varlığı da dikkate alınarak olası kar / zarar analizi yapılmalı ve karar öylece verilmelidir. Tek başına östrojen tedavisinin, meme kanseri riskini arttırmasa da, inme ve kan pıhtılaşma problemlerine yol açabileceği de hatırdan çıkarılmamalıdır.
Menopoz sonrasında hormon replasman tedavisi için, menopoz şikayetlerinin şiddeti ile kalp hastalığı, meme kanseri ve osteoporoz gibi diğer risk faktörlerinin varlığı dikkate alınır, hasta ve doktoru tedavinin yarar ve zararlarını tartışır ve karar böylece verilir. Menopoz bulgularının iyileştirilmesi amacıyla hormon tedavisi kararı verilen durumlarda, şikayetleri iyileştiren en düşük doz uygulanmalıdır ve tedavinin mümkün olan en kısa surede kesilmesi amaçlanmalıdır.
Yukarıda saydığımız tüm nedenlerin dışında meme kanseri nedenleri arasında,
Alkol ve sigara kullanımı,
Yağ oranı yüksek besinler tüketmek,
Fazla kilolu olmak,
Hareketsiz bir yaşam tarzına sahip olmak gösterilebilmektedir.
Alkol tüketimi ile meme kanseri arasında açık bir ilişki olduğu belirlenmiştir. Meme kanseri risk artışı, tüketilen alkol miktarı ile ilişkilidir. Alkol tüketmeyenlere göre, günde bir kadeh alkol tüketen kadınlarda meme kanseri risk artışı oldukça düşüktür. Günde 2 ila 5 kadeh alkol tüketen kadınlarda, alkol kullanmayan kadınlara gore 1.5 kat meme kanseri risk artışı sözkonusudur. Aşırı alkol tüketiminin diğer birçok kanser türüyle de ilişkili olduğu bilinmektedir.
Menopoz sonrasında fazla kilolu veya obez olmak, meme kanseri riskini arttırır. Menopoz öncesinde, östrojenin çoğu yumurtalıklarda, az bir miktarı da yağ dokuda üretilir. Yumurtalıkların çalışmasının durduğu menopoz sonrasında, vücutta üretilen östrojenin büyük bölümü yağlı dokudan oluşturulur. Menopoz sonrasında yağlı doku miktarı daha fazla olan şişman kadınlarda, üretilen östrojen miktarının yüksek olmasına bağlı olarak meme kanseri riski artar. Ayrıca, fazla kilolu olan kadınlarda kan insulin seviyeleride daha yüksektir. Daha yüksek insulin düzeyleri, meme kanseri dahil bazı kanserlerle ilişkili bulunmuştur.
Ancak, meme kanseri ve kilolu olmak arasındaki ilişki göründüğünden daha karmaşıktır. Erişkin yaşta kilo alan kadınlarda risk artışı sözkonusu iken, çocukluğundan itibaren kilolu olan kadınlarda benzeri bir risk artışı görülmemektedir. Ayrıca, bel bölgesindeki yağlı doku fazlalığı, kalça ve uyluktakine gore daha fazla risk artışına neden olmaktadır. Araştırmacılar vücudun çeşitli bölgelerindeki yağ hücrelerinin dağılım farklılığının bu durumu açıklayabileceğini düşünmektedirler.
Düzenli yapılan egzersiz şeklindeki fiziksel aktivitenin meme kanseri riskini azalttığına dair bulgular her geçen gün artmakatdır. Bu noktada en önemli soru, “ne kadar ve nasıl bir egzersiz meme kanseri riskini azaltmada en fazla etkindir” şeklindedir. Women’s Health Initiative’in yaptığı bir çalışmada, haftalık 1.25 – 2.5 saatlik yürüyüş şeklindeki egzersizin (brisk walking) meme kanseri riskinin %18 azalttığını bildirmişlerdir. Haftalık 10 saatlik yürüyüş ile riskin biraz daha fazla azaltılabileceği belirtilmiştir.
Diyet ve vitamin alımı
Birçok çalışmada beslenme ve meme kanseri ilişkisi sorgulanmıştır ve sonuçlar bu konuda net bir karar verilebilecek düzeyde değildir. Bazı çalışmalar beslenme şeklinin meme kanserinde oldukça önemli olabileceğine işaret etmesine karşın, birçok çalışmada beslenme şekli ile meme kanseri arasında bir ilişki gösterilememiştir. Çalışmalarda beslenme ile alınan meyve, sebze ve et miktarı ile yağ oranı değerlendirilmiş ve meme kanseri ile beslenme şekli arasında doğrudan açık bir ilişki saptanamamıştır.
Çalışmalar, vitamin düzeyleri ile meme kanseri arasındaki ilişkileri de sorgulamıştır. Çalışmaların bir kısmında bazı beslenme ürünleri ile meme kanseri arasında ilişki gösterilmiş olsa da vitamin kullanımı ile meme kanseri riskinin azalması yönünde doğrudan bir ilişki saptanmamıştır. Burada bir noktaya dikkat çekmek gereklidir; Meme kanseri ve beslenme arasında doğrudan bir ilişkiyi gösteren kanıt düzeyi yüksek çalışmaların olmaması nedeniyle “sağlıklı beslenmek önemsizdir” gibi bir çıkarımda bulıunmamalıdır. Düşük yağ oranı, kırmızı et ve işlenmiş gıda miktarının azaltılması, daha fazla sebze ve meyve tüketilmesi her durumda sağlıklı bir yaşamın vazgeçilmesi olacak beslenme şeklidir ve bu durum akıldan çıkarılmamalıdır.
Birçok çalışmada total yağ miktarı düşük, çoklu satüre olmayan yağ oranı düşük ve satüre yağ oranı düşük gıdalarla beslenen ülkelerdeki meme kanseri oranlarının düşük olduğu gösterilmiştir. Bununla birlikte Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan bazı çalışmalarda, diyetteki yağ oranı ile meme kanseri riski arasında ilişki gösterilememiştir. Çalışmacılar halen araştırmalardaki bu ikilemi izah edememektedirler. En azından beslenme şekli, vücut ağırlığını etkiliyor olabilir. Ayrıca, diyet ve meme kanseri riskini karşılaştıran farklı ülkelerden yayınlanan çalışmalarda, genetik faktörler, aktivite ve egzersiz sıklığı, beslenmede kullanılan diğer ürünler gibi çalışma sonuçlarını etkileyecek pekçok faktörün de sonuçları etkileyebileceği düşünülür.
Meme kanseri riski ile beslenmede kullanılan yağ türlerini ve miktarını sorgulayan daha çok çalışmalara ihtiyaç vardır. Buna karşın, yağ oranı, alınan total kalori miktarı ile doğrudan ilişkilidir. Yağlı beslenme, kilolu veya obez olma durumuna zemin hazırlar. Fazla kilolu / obez olmak bilinen meme kanseri risk faktörlerindendir. Diyetteki yüksek yağ oranının, birçok başka kanser türü ve kalp hastalıkları riskini de arttırdığı bilinmektedir.
Çevresel faktörler ve kimyasallar
Östrojen benzeri özellikler gösteren bazı maddeler için meme kanseri riskini arttırabileceğine dair iddialar ortaya atılmıştır. Bazı plastikler ve kişisel bakım ürünleri, pestisidler (DDE gibi), bifenil polikorür örnek olarak gösterilebilir. Bu ürünlerin teorik olarak meme kanseri riskini arttırdığı söylenebilir. Bu konunun halk sağlığını ilgilendiren bir durum olduğunu söyleyebiliriz. Günümüze kadar çalışmalar, meme kanseri riskinin bu tür maddeler ile arttığını gösterememişlerdir. Bu maddelerin etkilerinin araştırıldığı toplum bazlı çalışmaların yapılması kolay değildir.
Sigara
Yıllarca, sigara ve meme kanseri arasında doğrudan bir ilişki gösterilememiştir. Günümüzde, uzun sureli yuğun sigara içenler ile artmış meme kanseri riski arasında ilişki bulunmuştur. Bazı çalışmalar, sigaraya başlama yaşının daha erken olması ile artmış kanser riski ilişkisi olduğunu bildirmişleridir. Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansının raporlarına göre, sigara içimi ile meme kanseri arasındaki ilişkiyi gösteren bulgular sınırlı olarak bildirilmiştir.
Gece çalışma (Night work)
Bazı çalışmalar, hemşirelik gibi gece nöbeti şeklindeki çalışma şekillerinin meme kanseri riskini arttırabildiğini bildirmişlerdir. Sıklıkla melatonin düzeyi ile ilişkinin kurulduğu bu çalışmalar göreceli olarak yeni kabul edilebilir, diğer hormonların etkilerinin de sorgulandığı araştırmalara gereksinim duyulmaktadır.
Tartışmalı faktörler
Aşağıdaki faktörlerin meme kasseri riskini arttırdığına dair bilgiler bulunmamaktadır. Gazete ve internet dünyasında bir söylenti şeklinde konuşulan bu etkenlere yönelik risk artışını gösteren bulgular mevcut değildir.